29 Ekim 2013 Salı

Ey Türk, utan!

Eyvâh o üç çifte kayık aldı karârım
Şarkı okuyup geçti bir âfet var içinde
Nedim

Kimdir o hanım-iğnesi kayıkla geçenler
Almış ele yelpaze bir âfet var içinde
İzzet Ali Paşa

Nedim’in beyt-i bercestesine yakın dostu İzzet Ali Paşa’nın naziresi. İlhan Berk Başlangıçtan Bugüne Beyit Mısra Antolojisi’ne paşanın beytini almış (İst.: Varlık Yay., 1960, s. 32), Nedim’inki yok! Bu bilinçli bir tercih mi ya da nedir, bilemedim.

Yahya Kemal, bir sohbet esnasında Mehmet Emin Yurdakul’un “Ben bir Türküm dinim cinsim uludur” mısraından söz ederken, “Şiirde ben Türküm böyle denmez!” demiş ve Nedim’in bu beytini okuduktan sonra, “Ben Türküm böyle denir işte!” diye eklemiş. Yahya Kemal’in şiirden anladığı, şiiri şiir yapan, her şeyden önce sestir, ritimdir, ahenktir, anlama bağlı ahenk dalgalanışlarıdır, nağmedir... Onun şiirde aradığı, Nedim’de mükemmel bir örneğini bulduğu ve yeniden kurduğu İstanbul Türkçesinin musikisi ile söylendiğinde, isterseniz şarkı okuyup geçen bir afetten söz edin, “Ben Türküm” demiş olursunuz, ama dangul dungul bir sesle, takur tukur bir Türkçeyle ne söylerseniz söyleyin, şiir söylemiş olmazsınız ki, şiirde “Türküm” demiş olasınız. Üstadın Mehmet Emin Yurdakul’un manzumesindeki milliyetçi hissiyattan ziyade bunun söyleniş tarzına takıldığı besbelli. Yoksa Yahya Kemal’in de hamasi parçaları yok değildir, ama onlar da öyle ya da böyle şiirdir, paçavra değil ve dönemin siyasi, ideolojik “gerekleri” ya da gerçekleri, atmosferi, talepleri her ne olursa olsun, şiire saygısı olan herhangi birinin böyle bir bayağılığın “şiir” sırasına sokulmasına tahammül etmesi mümkün değildir. Yahya Kemal’in tepkisi de onadır.

Nedim’in muhteşem gazelini bütünüyle aktarmak şart oldu:

Bir söz dedi cânan ki kerâmet var içinde
Dün geceye dâir bir işâret var içinde

Meyhâne mukassî görünür taşradan ammâ
Bir başka ferah başka letâfet var içinde

Eyvâh o üç çifte kayık aldı karârım
Şarkı okuyup geçti bir âfet var içinde

Olmakta derûnunda hevâ âteş-i sûzan
Nâyın diyebilmem ki ne hâlet var içinde

Ey şûh Nedîmâ ile bir seyrin işittik
Tenhâca varıp Göksu’ya işret var içinde

Gerek yok belki ama... mukassi ‘kasvetli’; âteş-i sûzan ‘yakıcı ateş’; nây ‘ney’; hâlet ‘hal, nitelik’.


Ağlıyordu Hamdullah

Yusuf Ziya Ortaç, II. Meşrutiyet döneminin parlayan yıldızı, Atatürk döneminin demirbaş mebusu Mehmet Emin’in portresini birkaç satırda toparlar:

“Bu muhterem insan için şiir, büyük kelimeydi: Dev, fil, arslan... Bu sözler mısralara girdi mi, olurdunuz büyük şair:
Biz, devlerin, fillerin
Diz çöktüğü milletiz!
Okurken öyle göğsü kabarırdı ki, edebiyat tarihimize sığmayacak sanırdım.
Mizah edebiyatımızın eski ustası Fazıl Ahmet’in, onun dilinden ne güzel bir manzumesi vardır:
Yazıyordum, çıkıyordu her sabah,
Okuyordum, ağlıyordu Hamdullah!”

Ağlayan Hamdullah, Mehmet Emin’e “Milli Şair” sıfatını yakıştıran Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Devam edelim:

Ey Türk Uyan'ın kapağı.
“Balkanlarda yıkılışımızdan sonra, Milli Şairin bir çığlığını duyduk:
Ey Türk, uyan!..
Bu, kırmızı kaplı küçük bir şiir kitabı idi. Şiirle hiç ilişiği olmayan bir şiir kitabı. Ama, herkes aldı, herkes okudu, herkes ağladı... Emin Bey, sahiden Milli Şair olmuştu o günlerde!
Hiç unutmam, Süleyman Nazif, bir toplantıda eseri eline almış, bir kaç parça okumuş, sonra bu hantal mısralardan tiksinerek gürlemişti:
– Ey Türk, utan!”

Yusuf Ziya Ortaç, Portreler: Bir Varmış, Bir Yokmuş!, İstanbul, 1963, s. 115-116.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder