30 Mayıs 2014 Cuma

Kötülüğü Tartışmak

Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme’nin arka kapak yazısında dendiği gibi, “edebi sakinliğiyle ve o iştahlı üslubuyla” kötülüğü tartışıyor (Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme, çev. Şenol Bezci, İst.: İletişim, 2011, 143 s.). Şöyle de denebilir: Bu tür “tarih dışı” kavramlarla düşünmeyi neredeyse içgüdüsel olarak, bir tür günahtan sakınma refleksiyle oldum olası reddeden, ama aslında bu ve benzeri insani defoları, gedikleri, yarıkları, yaraları en gerçekçi şekilde, hiçbir “politik” mülahazayla allayıp pullamadan, sonuna kadar didiklemeye, irdelemeye, çözümlemeye, özetle sınıflara, zümre ve tabakalara dayalı soyutlamalarla yetinmeden insanı tam da nasılsa öyle yakalamaya “proje”nin siyasi kerteye indirgenemeyecek asıl, nihai hedeflerinin selameti adına mecbur olan radikal çevrelerce kesinlikle sürdürülmesi, geliştirilmesi gereken hayati önemde bir tartışmayı son derece verimli bir metinle (çevirmenin katkısını da es geçmeyelim) başlatmayı deniyor. Aşağıda bu denemeden birkaç uzunca alıntı yer alıyor, belki kitabı okuyup tartışmaya kışkırtabilir ümidiyle…


Ahlak düşüncesi politik düşüncenin alternatifi değildir
“Ahlakçılık, ahlaki yargıların, daha dünyevi konuların oldukça uzağında, kendilerine ait kapalı bir nüfuz alanında var olduğuna inanmaktır. Bazı Marksistlerin etik kavramının kendisinden rahatsız olmalarının sebebi budur. Bu onlara tarih ve politika kavramlarından uzaklaşmak gibi gelir. Ancak bu bir yanlış anlamadır. Doğru tanımlandığında ahlak düşüncesi bütün bu unsurları beraber inceler. Bu, Aristo’nun ahlak kuramı kadar Hegel’in ve Marx’ın ahlak kuramları için de geçerlidir. Ahlak düşüncesi politik düşüncenin alternatifi değildir. Aristo’ya göre ahlak düşüncesi politik düşüncenin sadece bir parçasıdır. Etik düşüncesi değer, erdem, insani özellikler, insan davranışının doğası ve benzer meseleleri irdelerken, politika böylesi insan davranışlarının gelişmesine ya da bastırılmasına olanak sağlayan kurumlarla ilgilenir. Bu bağlamda özel ve kamusal arasında aşılmaz bir uçurum yoktur. Ne ahlak sadece kişisel hayatla bağlantılıdır, ne de politik olan sadece kamusal hayatla.” (s. 18)

* * *

Ütopya İhtimalini Reddetmek
“Şüphesiz ilk günah çok daha kapsamlı bir inançtır. Başka bir yerde de yazdığım gibi şunları da göz ardı etmemeliyiz: “insan arzularının çarpıklığı, yanılgı ve putperestliğin yaygınlığı, eziyet rezaleti, baskı ve zulmün kör inadı, toplumsal erdemin kıtlığı, gücün terbiyesizliği, iyiliğin kırılganlığı, ihtiras ve bencilliğin dehşetli kuvveti.” Bunların hiçbiri var olan durumu değiştiremeyeceğimizi göstermez. Aksine, moral bozucu tarihimizi kabul etmeden hiçbir şey değiştirmememiz gerektiğini gösterir. Bu sosyalizm ya da feminizm ihtimalini yok sayan bir tarih değildir, ama ütopya ihtimalini reddetmektedir. İnsan ırkının ciddi oranda değiştirilemeyecek birtakım olumsuz özellikleri vardır. Sevgi ve ölüm oldukça, örneğin, sevdiklerimizi kaybettiğimizde yaktığımız ağıdın ucu bucağı olmayacaktır. Değer verdiğimiz bazı niteliklerimizi sabote etmeden şiddetin sonunu getiremeyeceğimiz neredeyse kesindir. Ancak ölüm ve acıyı ortadan kaldırmak gücümüzün ötesinde olsa da sosyal adaleti sağlamak elimizdedir.” (s. 68-69)

* * *

Özgür ruhun nihai zaferi…
“Søren Kierkegaard Kaygı Kavramı’nda “kötülüğün ölümcül boşluğundan ve tatminsizliğinden” bahseder. En saf biçim, içerikten tamamen uzaklaşmış biçim, boşluktur. Ama kaos da bir tür boşluk olduğundan, saf biçimi ve saf düzensizliği birbirinden ayırmak güçtür. Bazı modernist şairlerin boş bir sayfanın en başarılı şiir olduğuna inandığı söylenir. Hiçbir şey hiçlik kadar kırılgan ya da kısıtlayıcı olamaz. Bu yüzden de maddi gerçekliğe alerjisi olanlar hiçliğe meftundurlar. Özgür ruhun nihai zaferi bütün dünyanın yok olmasıdır. İşte o zaman dünya arzularınla arana giremeyecektir. Bu açıdan bakıldığında, son kertede arzuladığımız hiçliktir.” (s. 62)

* * *

Modernist sanat yoklukla kirlenmiştir
“Tanrı azizlerle ve günahkârlarla ilgilenir, terbiyeli banliyö sakinleriyle değil. Zıt kutuplar birleşir: Umutsuz olanların en azından ruhsal bir derinlikleri vardır ve bu halleriyle azizlerin parodileri, dalga geçilen halleridirler. Kim ne derse desin, şeytanın bağnaz orta sınıfa beslediği gürbüz bir horgörüsü vardır. Bu yönden kabarık saçlı bohem bir sanatçı gibidir. Ancak banliyö ahlakından Naziler de nefret ederdi. (…) Horgörülü, put kırıcı ve şeytani yöntemlerle köhneleşmiş geleneklerimizin üstüne gidebilir. Sıra dışı ve aşırı yollara başvurabilir. Şeytani bir sanat orta sınıf kendini beğenmişliğimizi kırıp bastırmaya çalıştığımız enerjiyi ortaya çıkarabilir. Böylece kötülükten gerçekten de bir iyilik doğabilir. Charles Baudelaire’den Jean Genet’ye, sanatçı hep suçlularla, delilerle, şeytana tapanlarla ve yoldan çıkaranlarla ilişkilendirilmiştir. Bu görüş bazı modernist sanatların hor gördükleri orta sınıf yaşamı kadar boş olduklarını rahatça göz ardı eder. Saf biçim arzusunun peşinde koşarken modernist sanat yoklukla kirlenmiştir.” (s. 64)

* * *

Kötülük amaçsızdır
“Kötülüğün işe yarar hiçbir amacı yoktur ya da öyle görünür. Kötülük sapına kadar amaçsızdır. Amaç gibi yavan bir şey onun ölümcül saflığını lekeler. Bu yönden, eğer bir gün var olduğu ortaya çıkarsa, var olmak için hiçbir sebebi olmayan Tanrı’ya benzer. Tanrı’nın var olmak için tek sebebi, yine kendisidir. Evreni de, belli bir amaçla değil, eğlenmek için yaratmıştır. Kötülük sebep-sonuç mantığını reddeder. Görünürde bir amacı olsaydı, bölünmüş, kendine yabancı ve kendinden sapmış olurdu. Ama hiçliği böyle sıfatlarla oluşturamazsınız. Zaten bu yüzden kötülük zamanın içinde var olamaz. Zaman değişim demektir ama kötülük sonsuza değin, sıkıcı bir şekilde aynıdır. Cehennem azabının işte bu bağlamda sonsuza kadar sürdüğü söylenir.” (s. 77-78)
“Aslında bazen özellikle değer vermediğimiz bir kimliği yaşamak isteriz. Ancak egomuzun kendi bütünlüğünü korumak gibi bir içsel dürtüsü vardır. İş böyleyken, kötülüğün amaçlı mı yoksa amaçsız mı olmasının belirsizliği anlaşılırdır. Kötülük başka bir şey uğruna yapılır ve bu açıdan bakıldığında, bir amacı vardır; ama bu başka bir şeyin kendi başına bir amacı yoktur.” (s. 94)
“Kötülük, korkunç bir içsel eksiklikten kurtulmaya çalışan bir zalimliktir. Ve meseleye böyle baktığımızda, “ilkel” kötülük bile hepten amaçsız değildir.” (s. 95)

* * *

Kötülük bürokratik akılla akrabadır
“Kötülük, hatalara, açık uçlara ve kaba tahminlere katlanamaz. Bu yüzden de bürokratik akılla akrabadır. İyilik, tam tersine, şeylerin kusurlu, tamamlanmamış doğasını sever.” (s. 91)
“Kötüler acı çekerler ve acı çeken çoğu insan gibi, acıdan kurtulmak için ölçüsüz çarelere başvurabilirler. Bu da, dolayısıyla, her ne kadar devrimci fikirleri olan köylüleri katletmekle aynı düzlemde olmasa bile, bir çeşit amaçtır. Demek ki, kötülüğün tüyler ürpertici bir rasyonelliği vardır.” (s. 93)

* * *

Kötü, elitist bir irticacıdır
“Kötülük sadece ontolojik bir acı içinde olanların, bu acıyı kendilerinden kaçmak için başkalarına yönlendirdiklerinde sahneye çıkar. Bu, içlerindeki boşluğu göstermek için başkalarının bedenlerini kesip açmaya benzer. Böyle yaparak boşlukta kendilerinin teselli edici bir yansımasını bulurlar. Aynı zamanda maddenin yok edilemez olmadığını da gösterirler. İnsan denen madde yığınını isterseniz kendi ellerinizle yaşamın dışına itebilirsiniz. İşin muhteşem yanı şu ki ölü insanlar katıksız, kesinlikle ve kati surette ölüdür. Yani korkutucu bir derecede geçici olan bir dünyada bir çeşit mutlak hüküm sürmektedir. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında Raskolnikov’un belki de kanıtlamaya çalıştığı üzere, birini öldürmek, ahlaki görecelik, fast food zincirleri ve paparazzi televizyon kanallarından ibaret bir dünyada bile mutlak olan bir şeylerin olduğunu göstermektedir. Kötülük, dini köktencilik gibi, pek çok şey olmanın yanı sıra, kurtuluş ve lanetlenme gibi tartışılmaz gerçeklerin olduğu ve dolayısıyla kendi duruşunuzu bildiğiniz, daha eski ve basit bir uygarlığa duyulan bir nostaljidir. (…) Kötülük, garip bir şekilde, modern varoluşun bayağı özelliklerine karşı bir duruştur. Kötü, modern yaşamı tatsız bulan elitist bir irticacıdır. Modern hayat lanetlemeyi hak edecek kadar derin değildir ve kötünün amacı ona ruhen egzotik bir şeyler katmaktır.” (s. 106-107)

* * *

Tanrı öldüğünde hiçbir şey mubah değildir (Lacan)
“(…) orta sınıf medeniyeti postmodern dönemine ulaştığında günah moda oldu. Postmodern çevrelerde günah kavramı, bebekleri boğmak ve birinin kafasına balta saplamak gibi eylemler içerse de, neredeyse her zaman olumlu anlamda kullanılır oldu. Ancak, gerçekten de günah işlemek için önce karşı çıktığınız geleneklerin bir etkisi olduğunu kabullenmelisiniz. Yani günah norm haline geldiğinde, yıkıcı olmaktan çıkar. Belki de, Tanrı öldüğünde hiçbir şey mubah değildir derken psikanalist Jacques Lacan’ın kendi gizemli üslubuyla söylemeye çalıştığı da buydu. Bir şeyin mubah olması için onu yapmanıza izin verecek bir otorite olmalıdır ve eğer böyle bir otorite artık işlevsiz ise, mubah olma düşüncesi gücünü kaybedecektir. Her şeyin serbest olduğu bir çağda izin mercii kim olabilir ki? İzin verme fikri, vermemeyi de çağrıştırır ve bazı çağdaş çevrelerde böyle bir şey olası ve kabul edilebilir değildir.” (s. 108)

* * *

Anlam furyası anlam kıtlığına yol açar
“İnsanların anlamla yaşamalarına olanak sağlamayan toplumlar, anlamlandırma işini astroloji ve Kabala gibi merdiven altı spritüellerine havale eder. Bu toplumlarda fast-food ruhsalcılığı sudan ucuzdur ve dolayısıyla her türü havada kapılır. Resmi ideolojimiz meleksileştikçe ve yavanlaştıkça, akılsız bir nihilizme daha teşne oluruz. Anlam furyası anlam kıtlığına yol açar. Ve sosyal varoluşumuz anlamsızlaştıkça ve anarşistleştikçe, meselenin ihtilafa ve karmaşaya varmaması için Tanrı’nın ve ülkemizin ululuğuyla ilgili yapılan bağnaz ve hamasi konuşmalarla özdeşleşen meleksi ideolojilere daha çok ihtiyaç duyarız.” (s. 109-110)
“Cehennem ağza alınmaz uygunsuzlukların sahnesi değildir. Öyle olsaydı, kapısında kuyruğa girmeye değerdi. Cehennem, Güney Dakota’nın bütün kanalizasyon sistemini ezbere bilen takım elbiseli bir adamın size sonsuza kadar süren bir nutuk atmasıdır.” (s. 111)

* * *

Kötülüğün kökleri sıradan hayattadır
“Ender görülen pek çok fenomen gibi, kötülüğün de kökleri sıradan hayattadır. Soykırım mühendisinden çok rahatsız bir banka memuruna benzeyen Adolf Eichmann bu gerçeği kanıtlamaktadır. Kimi kötüler başka türlü düşünmeyi tercih etse de, bu haliyle kötülük sadece elitist bir eylem değildir. Ama kötülüğün bu hali onun yaygınlığını hafife almamıza sebep olmamalıdır. İnsanları sırf para için kitleler halinde imha etmek ya da nükleer silah kullanmayı düşünmek gibi adilikler, katıksız kötülükten çok daha yaygındır. Yani kötülüğün uykularımızı kaçırmasına gerek yok.” (s. 115)

* * *

Marksizm bir çeşit teodise örneği (midir?)
“Marksistler de sonuçta sosyalizm diye bilinen daha iyi bir yaşam şekline yol açacağını düşündükleri için kapitalizmin şeytanlıklarının iyi bir şey olduğunu düşünmüyorlar mıdır? Şüphesiz Marx kapitalizmi, tarihin gördüğü en devrimci üretim türü olarak açıkça övmüştür. İnsanlığa daha önce görülmemiş felaketler yaşatan, sömürüye dayalı bir sistem olduğu tartışma götürmez. Ne var ki Marx’a göre kapitalizm aynı zamanda insanın gücünü o güne değin bilinmeyen boyutlara ulaştırmıştır. Kapitalizmin zengin liberalizm ve Aydınlanma geleneği, uygulanabilir bir sosyalizm için gerekli mirası oluşturacaktır. Yani tarihin kapitalizme kapılması sadece bir şans değil de gereklilik midir? Kapitalizm olmadan gerçek sosyalizm olamaz mı? Sosyalizm gelip toplumun lehine düzenlemeler yapana kadar toplumu zenginleştirmesi için kapitalizm gerekli midir?
Bazı Marksistler kesinlikle buna benzer bir görüş öne sürmüşlerdir. Devrim Rusya’sının Menşevikleri bu fikri savunanların en bilinen örnekleri. Eğer durum gerçekten de böyleyse Marksizm de bir çeşit teodise örneği oluyor. Neticede iyiliğe sebep olacak tarihsel kötülükleri aklamaya yönelik bir tarafı var. Kimi Marksistlere göre antik dünyanın köleliği ahlaken yanlış olsa da, daha “ilerici” bir rejim olan feodalizme yol açtığı için gereklidir. Feodalizmden kapitalizme geçiş için de benzer bir sav öne sürülebilir. Yine de günümüzde kendine Marksist diyen pek az insan böylesi küstah bir önermede bulunabilir. Her şeyden önce kapitalizmin kesin olarak feodalizmden kaynaklandığını söyleyemeyiz. Dünyaya şöyle bir göz attığımızda bile kapitalizmin de sosyalizme yol açmayacağını görebiliriz. Kapitalizm başladığına ve var olduğuna göre, sosyalistler kapitalizmin maddesel olan ve olmayan kaynaklarını tüm insanlığın hizmetine sunmaya çalışabilir. Bununla birlikte sosyalistler bu amacı başka türlü yerine getirmeyi tercih ederler, tıpkı Milton’ın cennetten hiç kovulmamış olmamızı tercih etmesi gibi. Henüz hiçbiri yapmamış olsa da, sosyalistler insanlık tarihinin hiç başlamamış olmasının daha iyi olacağını iddia edebilirler. Sonuçta adil bir toplum yaratsak bile, bu geçmişin ve günümüzün acımasızlıklarını yeterince telafi edemeyebilir. Ölüyü iyileştiremez. Köleliği, Bob Hope’u ve Otuz Yıl Savaşları’nı geriye dönük olarak katlanılır kılamaz. Ancak bütün bunlar gerçekleştiğine göre, sosyalizmle ya da sosyalizmsiz, keşke hiç olmasalardı demek anlamsız değildir. Bu istek doğru olmayabilir. Ama makul olmadığını söyleyemezsiniz. (s. 121-122)

* * *

Din gündelik gerçeklerle çelişmeye başladığında…
“Kötülük türlerinin çoğu toplumsal sistemlerimizin içine işlemiştir ve bu sistemlere hizmet eden bireyler yaptıklarının ciddiyetinin farkında olmayabilirler. Öte yandan bu insanların tarihin elinde basit birer kukla olduğunu söyleyemeyiz. Noam Chomsky’nin bir zamanlar dediği gibi entelektüellerin politik otoriteye meselelerin iç yüzünü göstermesine gerek yoktur çünkü otorite gerçeği zaten bilir. Entelektüeller topluma gerçeği gösterseler bile, iğrenç siyasi eylemlere imza atan pek çok birey, duyarlı ve vicdanlı insanlardır; bu insanlar devlete, şirkete, Tanrı’ya veya Özgür Dünya’nın geleceğine –kimi sağcı Amerikalılar için bütün bu kavramlar neredeyse aynı anlama gelir– cansiperane hizmet ettiklerini düşünürler. John Le Carré’ın gizli ajanları gibi, haysiyetsiz davranışlarının tatsız ama gerekli olduğuna inanırlar. Bir insanın tırnaklarını kerpetenle sökmek, ideal bir dünyada yapacakları bir şey değildir. Tırnak söken işkencecilerin ve daha kötüsü onlara bu işi verenlerin, yaptıkları ve söyledikleri arasında ciddi bir çelişki görmeksizin ahlaki değerlerden bahsedebilmelerinin bir sebebi işte budur. Ahlaki değerlerine samimiyetle inanıyor olabilirler ama o değerlerle ticari ve politik gerçekleri başka dünyalara aittir. Ve bu iki dünyanın kesişmeleri gerekmemektedir onlar için. Siniklerin dediği gibi din gündelik gerçeklerle çelişmeye başladığında, dinden vazgeçme zamanı gelmiştir.” (s. 128)

* * *

İnsan kötülüğü, en köklü politik değişime bile direnebilir
“Belli bir naif özgürlükçü düşüncede ise insan refahının önünde gerçekten de ciddi engeller vardır ama bütün bunlar haricidir. Bu harici unsurların baskıladığı insanın ise içsel bir iyiliğe sahip olduğu düşünülür. Özgür olmamamızın tek sebebi önümüzde bir engel olmasıdır. Bu safdil bakış açısı doğru olsaydı, devrimlerin ve kurtuluşun daha sık yaşanması gerekirdi. Özgürlük ve devrim insanlık tarihinde sık görülmemektedir çünkü bizim kesinlikle kendimizden kurtarılmamız gereklidir.
Radikaller ise tehlikeli bir denge tutturmak zorundadırlar. Bir yandan insanın günümüze değin gelen yozlaşmışlığının derinliği ve inatçılığı konusunda acımasızca gerçekçi olmak zorundadırlar. Aksi takdirde hayat şartlarımızı değiştirme projesi sebatlı olamayacaktır. Duygusal bir hoşgörü insanın yararına değil zararınadır çünkü hoş görerek değişime engel olursunuz. Bir diğer yönden ise yozlaşmışlık değişim ve dönüşümü imkânsız kılacak bir unsur olamaz. Tarihi fazlasıyla iyimser okumak, kapsamlı bir değişime gerek olmadığı görüşüne çıkar. Aşırı kasvetli okursanız da böyle bir değişimin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı sonucuna çıkarsınız.
Bu durumda radikal değişim projesi süregelen tarihsel haksızlıkların katışıksız aksiliğine nasıl karşı koyacaktır? Gerçekçilik nasıl olacak da umudun yeşermesine mani olmayacaktır? Bazen siyasi değişimlere ne kadar çok ihtiyacımız varsa o değişim o denli imkânsız görünür. Rus Bolşevikler 1917’de Sovyet Devrimi sırasında kendilerini böyle bir durumda buldular. Çar otokrasisi, özgürlükçü ve sivil kurumların yokluğu, yoksulluk içindeki köylüler ve feci şekilde sömürülen proletarya, devrimi zorunlu kılmaktaydı. Ancak bu unsurlar aynı zamanda devrimi zorlaştıran sebeplerden bazılarıydı. Bir zamanlar Lenin’in dediği gibi Rus toplumunun geri kalmışlığı devrimi başlatmayı nispeten kolaylaştırıyordu. Güç sadece bir merkezde toplandığından, çarlık devletine indirilecek bir darbe devrim için yeterli olacaktı. Ama işte aynı geri kalmışlık, diye ekliyordu Lenin, başlatılan devrimi sürdürmeyi zorlaştırıyordu. 20. yüzyılda çirkin ve biçimsiz bir sosyalizme tanık olduk çünkü gerçekleşmesinin en az mümkün olduğu yerde sosyalizme karşı büyük bir ihtiyaç vardı. Ve bu o çağın en büyük trajedilerinden biridir.
Radikalleri siyasi umutsuzluğa kapılmaktan alıkoyan materyalizmdir. Bununla kastettiğim şiddet ve adaletsizliğin kişilerin bireysel kötülük eğilimlerden değil de büyük oranda çevresel unsurlardan kaynaklandığı inancıdır. Materyalist görüşte yoksul ve ezilen insanlardan Assisi’li Aziz Francis gibi davranmaları beklenmez. Bazen belki aziz gibi davranırlar ama öyle davrandıklarında çarpıcı olan tek şey bu davranışın sıra dışılığıdır. Erdemlilik belli bir oranda maddi refaha bağlıdır. Açlıktan ölmek üzereyken, başkalarıyla makul ilişkiler kuramazsınız. Materyalizmin bu bağlamdaki zıttı ahlakçılıktır –iyi ve kötü davranışların maddi şartlardan oldukça bağımsız olduğu ve bu davranışları iyi ya da kötü yapanın da kısmen bağlama rağmen seçilmiş olmaları inancıdır. Radikaller çevresel şartları düzelterek insanlardan birer aziz yaratabileceklerini düşünüyor değiller. Aksine radikaller biliyorlar ki insan kötülüğü, kimi Freudyen olan birçok sebeple, en köklü politik değişime bile direnebilir. Otantik materyalistler politik olgu ve etkilerin de sınırları olduğunun ve biz maddesel yaratıkların politik kavramlarla nasıl bir ilişki içinde olduğumuzun farkındadırlar. Radikal düşünce, bütün bunlara rağmen, büyük insan topluluklarına çok daha iyi yaşam şartları sunulabileceğini iddia eder. Ve bu da politik gerçekçiliğin ta kendisidir.” (s. 131-133)