24 Mart 2014 Pazartesi

Haklılar ve Güçlüler

Nazlı Ilıcak dün (23 Mart 2014, Pazar) AKP’nin Yenikapı mitingi sırasında attığı tweetlerden birinde,
“Demokrasi uzun soluklu bir yarış. Maraton. Dikkat edilecek husus GÜÇLÜnün değil HAKLInın yanında durmak. Çünkü ergeç haklı olan kazanacak”
buyurmuş. Nazlı Hanımın başbakana yönelik tümüyle haklı öfkesini paylaşsam da haklı’nın yanında olma gerekçesine katılmam mümkün değil. Er geç kazanacağı için haklının yanında olmak bugünün güçlü’sünün yerine yarının güçlü’sünü tercih etmek, geleceğe yatırım yapmaktır. Hiçbir zaman kazanamayacak olsa da haklı’nın yanında olmak değil midir asıl haklının yanında olmak? Ahlak bunu gerektirmez mi? Haklı olmakla güçlü olmak arasında hiçbir nedensel bağ yok ne yazık ki; hiçbir zaman olmadı ve bundan böyle de olmayacak. “Er ya da geç” eğer ahreti de kapsıyorsa, Nazlı Hanımın demokrasi maratonu mezara kadar sürecek demektir. Bu elbette bir tercih meselesi, ama sonuçta böylesi bir “uzun soluk” da geleceğe yatırım yapmak değil midir? Tercihlerimiz yatırımsız, çıkar gözetmez, dahası Kant’ın söylediği türden, amaçsız, ereksiz olursa ahlaklı olur ancak.

Haklının yanında olmanın çünkü’sü yoktur.

22 Mart 2014 Cumartesi

Eksik kalmasın!

“Ş ü p h e l i l e r . – Katlanılamayan insanlar, itham edilmeye çalışılır.” (F. Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca 1, § 557, çev. M. Tüzel, İthaki, 2003, s. 336.)

Eklemek gerekir: Birçok durumda katlanmaktansa sevmeyi tercih ederiz.

20 Mart 2014 Perşembe

Sağlam İrade!

“K i t l e n i n  b ü y ü k  a d a m ı. – Kitlenin büyük adam dediği şeyin reçetesi çok kolaydır. Her koşulda, kitlenin çok hoşuna giden bir şey sağlanır, ya da önce falanca ve filanca şeylerin çok hoş oldukları kitlenin kafasına sokulur ve sonra ona verilir. Ama asla hemen verilmemelidir: büyük bir çabayla uğraşarak elde edilmeli ya da uğraşılmış görünülmelidir. Kitle, ortada güçlü, yenilmez bir istenç gücü var olduğu izlenimini edinmelidir. En azından bu güç varmış gibi görünmelidir. Güçlü istenç herkesi hayran bırakır, çünkü hiç kimsede yoktur ve herkes de eğer ona sahip olursa kendisi ve eylemi için artık hiçbir sınırın kalmayacağını söyler kendine. Böyle güçlü bir istencin, kendi hırsının arzularını dinlemek yerine, kitleye çok hoş bir etkide bulunduğu belli olduğunda, ona bir kez daha hayranlık duyulur ve kendisine şans dilenir. Ayrıca kitlenin tüm özelliklerine sahiptir o: kitle onun karşısında ne kadar az utanırsa, o da o kadar çok popülerdir. Demek ki: şiddet kullanan, hasetçi, sömürücü, entrikacı, yaltakçı, dalkavuk, kasıntı olur, duruma göre hepsi olur.”

Friedrich Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca 1, § 460, çev. Mustafa Tüzel, İthaki, 2003, s. 302-303.


7 Mart 2014 Cuma

Žižek Aşısı

“Derridana” marazına karşı geliştirilmiş bir aşı olduğu rivayet olunsa da, meramım o değil. Felsefe âleminin Elvis’i her ne kadar bana Bastır Viking’deki Korkunç Hägar tipini hatırlatan barbarca bir eda ile ortalıkta dolanıyor olsa bile, bu aşının Doktor’un (Kıvılcımlı) hani o ünlü “barbar aşısı”yla da ilgisi yok. Kimileri ilk günden “Hah, işte budur!” demekte bir sakınca görmemiş ve kendinden bir an evvel “Ne Yapmalı?”nın güncel versiyonunun beklemeye koyulmuş da olsalar ben hiç öyle düşünmedim, düşünmüyorum. Açıkçası üstadı –“ancak” demek ayıp olur, “daha çok” diyelim– eğlenceli buluyorum. Keyif alarak (bazen mazoşistçe bir keyif olduğunu itiraf etmeliyim!) okuyup bitirdikten sonra çoğu kez, gerçekten abartmıyorum, birçok kez, Cem Yılmaz şovu izleyip gülmekten helak olma eşiğini kıl payı atlattıktan sonra ayıkmışım gibi, kendi kendime, “Eyi de agam biz bu pohu niye yedik?” diye sorarken buluyorum. Hâsıl-ı kelam, böyle bir aşı geliştirilebilse bile derde derman olup, sadra şifa vereceğini pek sanmıyorum doğrusu. Bir Žižek’le bahar gelmez, hele bu devirden sonra hiç gelmez! Öyleyse bin Žižek açsın, bin fikir yarışsın! En doğrusu budur. Zaten Žižek de biz yolunu kaybetmişlere “kurtuluş yolu”nu yeniden göstersin diye ağzının içine bakanlara lafını esirgemeden basıyor kalayı. Ne de olsa –doğruya doğru– delikanlı adam! (Bir itiraf daha: Kendini tekrar edip dursa da, çoğu kere programlanmış “metin üreteci” gibi hazır şablonlar kullanarak sayfalar dolusu döktürse de, birçok durumda kulağını inadına tersten göstererek okurla dalga geçtiği hissini uyandırmaktan çekinmese de, kırk hikâyesi de ahlat üzerine bu zeki adamı okumaktan kendimi alamıyorum. İnsanların bazı kötü alışkanlıkları da olmalı değil mi?)

Neyse, felsefe yapmaya kalkışacak filan değilim. Yukarıda yapar gibi göründüysem, kimse kusura bakmasın, öyle bir niyetim yoktu. Sadece küçük, gerçekten (sinek gibi) küçücük bir okuma notu paylaşmak istiyordum; çenem düştü, lafı uzattım, hepsi o kadar.

Bu gün fark ettim, üstat ya da belki (metnin İngilizce versiyonunu görmediğim için sırf Žižek’in günahını almayayım) Türkçe çevirmeni, yayıncısı, düzeltmeni, varsa redaktörü, belki de hepsi birden, bakteri (mikrop) ile virüsün farkını bilmiyor.

Değişik bir versiyonu daha önce “The Thing From Inner Space” başlığıyla yayımlanmış olan kısa metnin çevirisinde (Slavoj Žižek, Tarkovski: İçsel Uzamdan Gelen Şey, çev. Mehmet Öznur, İst.: Encore, Şubat 2014, s. 25, dn. 4) şöyle bir ifade geçiyor:

“… aynı zamanda artan bir şekilde görünmez küçük, mikroorganizmalar (bütün antibiyotiklere dirençli olan yeni virüsler gibi) düzeyinde beliren bir tehdit olarak kötüyü yaşıyoruz.”

Žižek’e (ve/veya yayıncılarına) kötü haber: İnanmayacaksınız ama virüsler, hem de eskisiyle yenisiyle tüm virüsler, ne yazık ki bütün antibiyotiklere dirençlidir. Umurlarında bile olmaz! Malum, antibiyotikleri bakterilere (onların muzır olanlarına “mikrop” diyoruz) karşı kullanırız. Virüslere karşı ise aşı ile vücudun direncini artırırız, artırmaya çalışırız, tabii gerekli aşıyı geliştirebilmişsek…

Bundan gerisini (virüsle bakteri farkını vs) herkes her yerden öğrenebilir.