26 Kasım 2013 Salı

Thomsen’in kitabı İstanbul’a nasıl geldi?

Orhon yazıtlarının Türkiye’deki ilk yayını, bilindiği gibi 1925’te Necip Asım’ca gerçekleştirilmiştir. Aslında Şemseddin Sâmi Fraşeri daha önce Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarını Osmanlı Türkçesine aktarmış, ancak V. Thomsen’in bu yazıtlarda kullanılan runik alfabeyi çözmesinden sadece 10 yıl sonra, 1903’te tamamladığı bu eseri ne yazık ki bastırmamadan 1904’te vefat etmişti.

Ş. Sâmi ve Necip Asım’ın yazıtlarla ilgili çalışmalarını yeni harflere aktaran Mustafa Balcı (Orhun Yazıtları: Türkçedeki İlk Çalışmalar, Konya: Çizgi K., 2011), “Bilindiği gibi Orhun Abideleri kitap olarak İstanbul’a ilk kez Stockholm’deki Müsteşrikler Kongresi’ne katılan Ahmed Midhat Efendi tarafından getirilmiştir. Bu kongrede Orhun Abideleri adlı çalışmasını bizzat W. [‘V’ olacak] Thomsen Ahmed Midhat Efendi’ye hediye etmiştir” dedikten sonra, Ş. Sâmi’nin yazıtlar üzerinde çalışırken hem Thomsen’in hem de Radloff’un kitaplarından faydalandığını belirterek, “Thomsen’in kitabının Ahmed Midhat Efendi tarafından getirildiği ve Necip Asım Bey vasıtasıyla Ş. Sami’ye ulaştırıldığı bilinmekle beraber Radloff’un çalışmasının hangi yolla İstanbul’a ulaştığı konusunda elimizde bir veri bulunmamaktadır” demektedir (s. 29).

M. Balcı’nın kaynağı A. S. Levend’in Şemsettin Sami biyografisidir. Bakalım o ne demiş?

Necip Asım, yazısında “Orhun Kitabeleri” hakkındaki Thomsen’ın eserini de Sami’ye getirdiğini, bu kitabı, vaktiyle Stockholm müsteşrikler kongresine delege olarak giden Ahmet Mithat’a Thomsen’ın armağan ettiğini, Mithat’ın da kendisine verdiğini, bunun alfabe bölümünü çevirerek En Eski Türk Yazıları adıyle İkdam külliyatı arasında bastırdığını söylemektedir.
(Agâh Sırrı Levend, Şemsettin Sami, Ank.: TDK Yay., 1969, s. 97-98)

Levend’in kaynağı Necip Asım’ın Türk Tarih Encümeni Mecmuası’nda çıkan bir yazısıdır. Peki o ne demiş?

Köse Raif paşanın oğlu Fuat beyde Radlof'un bütün eserleri vardı. Kudatkubiliği aldık birlikte Sami beyin ziyaretine gittik. Ben de yanıma vaktile Türk murahhaslığı sıfatile İstokholm müstaşrikler kongrasına giden merhum Ahmet Mithat efendinin bana verdiği Orhon kitabeleri hakkındaki kitabı birlikte götürdüm. Bu kitabı, o kitabeleri halleden M. Tomsen Mithat efendiye hediye etmiş idi. Efendi bunun ehemmiyetini takdir etmemiş olacak ki bana vermeye kıymıştı. Ozaman bunun tercümesine imkân olmadığından “En eski Türk yazıları” deye elifba kısmını tercüme ederek İkdam vasıtasile “Girit felâketzedelerine” iane eylemiş idim. Sami bey bunu pek ziyade beyendi ve uğraşmaya karar verdi. Fuat beyden de Radlof’un tercümelerini aldı, ikisinden istifade ederek kendisince bir eser vucüde getirdi.
(Necip Asım, “Ş. Sami”, Türk Tarih Encümeni Mecmuası, Eylül-Teşrinisani 1929, baskı tarihi: 1930, yeni seri, sayı 2, s. 32)

Kulaktan kulağa aktardıkça hikâye değişmiş. Necip Asım da, A. S. Levend de kitabın kongrede bizzat Thomsen tarafından A. Midhat’a hediye edildiğini yazmamışlar. Belki ima etmişler, ama açıkça böyle söylememişler. Ahmed Midhat ile Thomsen bir ihtimal kongrede tanışmış olabilirler. Tabii Thomsen o kongreye gittiyse... Söz konusu 8. Müsteşrikler (oryantalistler, şarkiyatçılar, doğubilimciler) Kongresi Stockholm’de Ağustos 1888’de toplanır ve Ahmed Midhat Efendi kongreye resmen Osmanlı delegesi olarak katılır (İA, I, 186a; EI², I, 289b). Thomsen’in kitabı ise 1896’da yayımlanır, yani tam 8 yıl sonra. Kitabın bizzat yazarı tarafından A. Midhat Efendiye kongrede hediye edilmiş olması maddeten mümkün değildir. Thomsen o tarihte daha alfabeyi bile çözmemiştir. Bilindiği gibi Thomsen bu büyük buluşunu Danimarka Bilimler Akademisi’nin 15 Aralık 1893 tarihli oturumunda ilan edecektir.

Belki Thomsen kitabı çıkınca bir nüshasını İstanbul’daki Hâce-i Evvel’e bir şekilde göndermiş olabilir, ama kongrede veya A. Midhat’ın 3,5 ay kadar süren Avrupa seyahati sırasında bir yerlerde karşılaşarak bizzat kendisine vermiş olması kesinlikle söz konusu olamaz. Aslında Thomsen’in o kongreye katıldığını da pek sanmıyorum. O tarihlerde muhtemelen Türkçe bile bilmemektedir ve çalışmaları daha çok Fince üzerine yoğunlaşmıştır. Yine de birçok dil bilen meraklı biri olarak Stockholm’e uğramış olabilir tabii... Hasan Eren’in yabancı Türkologlar üzerine çalışmasından öğrendiğimiz kadarıyla Thomsen 11 yıl sonra 1897’de toplanan 11. Doğu Bilimleri Kongresi’ne katılmış ve Uygurcadaki ünsüz sistemi üzerine bir bildiri sunmuştur (Hasan Eren, Türklük Bilimi Sözlüğü: I. Yabancı Türkologlar, Ank.: TDK Yay., 1998, s. 315). Ancak A. Midhat da bu kongreye gitmemiştir.

Radloff’un kitabının Ş. Sâmi’ye nasıl ulaştığı da Necip Asım’ın yukarıdaki alıntısında açıklığa kavuşuyor.

Tavzih

Bu kısa notu yukarıdaki tarihten anlaşıldığı gibi Kasım 2013’te yazmışım. Daha önce varlığından haberdar olmadığım söz konusu kitabı da bir iki gün önce Kabalcı’dan satın almıştım. Ancak bu gün (23 Aralık 2014) fark ettim ki Aysu Ata, benden çok daha önce, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkoloji Dergisi’nde (19/1, 2012) bu meseleyi ve daha fazlasını yazmış ki o makale daha da önceki bir tarihte II. Uluslararası Dil ve Edebiyat Araştırmaları Sempozyumu’nda (21-23 Kasım 2011, Ankara) bildiri olarak sunulmuş. O derginin içindekilere daha önce internetten göz atmış olmalıyım, ama muhtemelen yazının başlığı yüzünden dikkatimi çekmemiş: “Günümüzde Türkoloji Öğretiminin İçinde Bulunduğu Sorunlar”. (Gerçekten çok ama çok genel bir ifade bu ve “akademik diplomasi”nin gereklerini bilmem ama yazının içeriğiyle de hiç uyumlu bir başlık değil bence.)

Neyse sağlık olsun. Prof. Dr. Ata’nın yazısına şuradan ulaşabilirsiniz.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Seciye Demişken: Tahsin Yücel - Attilâ İlhan

7 Mart 1982 tarihli Milliyet ekinde Attilâ İlhan ile yapılmış bir söyleşi yayımlanır: “Dili bir çıkmaza saplamışızdır!...” Tahsin Yücel 20 Mart 1982 tarihli Cumhuriyet’te cevap verir. Tarihe dikkat! 12 Eylül faşizminin en karanlık günlerindeyiz.

Tahsin Yücel, kendi deyişiyle, “yurdumuzda bölücülüğün kötü bir çıban gibi uç verdiği ve kimi çevrelerden sinsice destek gördüğü bir dönemde” Attilâ İlhan’ın nasıl “bölücülük” yaptığını tam bir “sayın muhbir vatandaş” sorumluluk bilinci içinde darbeci paşalara hatırlatır, hem de tepeden tırnağa ırkçı bir dille. “Bugün [evet, o gün!], ulusçuluk anlayışı öne çıkarıldıktan [özne?] sonra, ‘tek yurt, tek halk, tek dil’ ilkesini savunuyor” diye tutarsızlığını yakaladığı Attilâ İlhan’ı, partiler kapatılmışken [özne?] “bütün ulusa mal olmuş bir devrimin [duy da inanma!] ‘siyasal bir partinin sloganı’ olduğunu ileri sürerek yapışılacak yakalardan söz ediyor” diye, yavuz hırsız misali, suçlamaktan da geri kalmıyor. Bu arada, Attilâ İlhan’ın tam bir ‘Beyaz Türk’ edasıyla Arap yerine ‘Fellah’ deyişine ve ‘şerefimiz’ olan şeyin, yani Kürdün Kürtçe, Lazın Lazca, “Fellah”ın Arapça konuşmasının aynı zamanda ve her nasılsa ‘suçumuz’ olduğunu ekleyişindeki kıvraklığa dikkatinizi çekerim.

İşte “çağcıl” (“ulusalcı” diye okuyun) Türk aydınının seviyesini, seciyesini, cibilliyetini ve daha daha nelerini açık eden sıradan ve öylesine denk gelen birkaç satır:

«Attilâ İlhan, yazısının sonunda, “Dilin kemiği yoktur derler ya, yalan!” diye kesip atıyor, ama görüşünü kendisi için de geçerli saymak kolay görünmüyor. Öyle ya, bundan tam on yıl önce, yani yurdumuzda bölücülüğün kötü bir çıban gibi uç verdiği ve kimi çevrelerden sinsice destek gördüğü bir dönemde, Hangi Batı adlı kitabında, o her zamanki çok bilmiş autodidacte ağzıyla, “Din birliği, dil birliği, cart curt, falan filan... Yok efendim yok. Eğer Kürt kürtçe, Laz lazca, Fellah arapça konuşuyorsa, bu bizim hem şerefimiz hem suçumuz”, diye yazıyor, kimi Batı ülkelerinde başlayan küçük soy dillerini öne çıkarma eğilimini parlak bir örnek gibi göstererek Türk Dil Kurumu’nu bundan ders almaya çağırıyordu; bugün, ulusçuluk anlayışı öne çıkarıldıktan sonra, “tek yurt, tek halk, tek dil” ilkesini savunuyor; gene bugün, siyasal partiler kapatıldıktan sonra, bütün ulusa mal olmuş bir devrimin “siyasal bir partinin sloganı” olduğunu ileri sürerek yapışılacak yakalardan sözediyor.

Bu “kemiksiz dil”, bu dans adımları, bir süre için bir autodidacte’ı bir televizyon yıldızına dönüştürebilir, ama ne Atatürk’ün düşüncelerini ters yüz etmeye yeter, ne Atatürk devrimlerini yolundan saptırmaya.»
Tahsin Yücel, Tartışmalar, İst.:YKY, 1993, s. 78-79

29 Ekim 2013 Salı

Ey Türk, utan!

Eyvâh o üç çifte kayık aldı karârım
Şarkı okuyup geçti bir âfet var içinde
Nedim

Kimdir o hanım-iğnesi kayıkla geçenler
Almış ele yelpaze bir âfet var içinde
İzzet Ali Paşa

Nedim’in beyt-i bercestesine yakın dostu İzzet Ali Paşa’nın naziresi. İlhan Berk Başlangıçtan Bugüne Beyit Mısra Antolojisi’ne paşanın beytini almış (İst.: Varlık Yay., 1960, s. 32), Nedim’inki yok! Bu bilinçli bir tercih mi ya da nedir, bilemedim.

Yahya Kemal, bir sohbet esnasında Mehmet Emin Yurdakul’un “Ben bir Türküm dinim cinsim uludur” mısraından söz ederken, “Şiirde ben Türküm böyle denmez!” demiş ve Nedim’in bu beytini okuduktan sonra, “Ben Türküm böyle denir işte!” diye eklemiş. Yahya Kemal’in şiirden anladığı, şiiri şiir yapan, her şeyden önce sestir, ritimdir, ahenktir, anlama bağlı ahenk dalgalanışlarıdır, nağmedir... Onun şiirde aradığı, Nedim’de mükemmel bir örneğini bulduğu ve yeniden kurduğu İstanbul Türkçesinin musikisi ile söylendiğinde, isterseniz şarkı okuyup geçen bir afetten söz edin, “Ben Türküm” demiş olursunuz, ama dangul dungul bir sesle, takur tukur bir Türkçeyle ne söylerseniz söyleyin, şiir söylemiş olmazsınız ki, şiirde “Türküm” demiş olasınız. Üstadın Mehmet Emin Yurdakul’un manzumesindeki milliyetçi hissiyattan ziyade bunun söyleniş tarzına takıldığı besbelli. Yoksa Yahya Kemal’in de hamasi parçaları yok değildir, ama onlar da öyle ya da böyle şiirdir, paçavra değil ve dönemin siyasi, ideolojik “gerekleri” ya da gerçekleri, atmosferi, talepleri her ne olursa olsun, şiire saygısı olan herhangi birinin böyle bir bayağılığın “şiir” sırasına sokulmasına tahammül etmesi mümkün değildir. Yahya Kemal’in tepkisi de onadır.

Nedim’in muhteşem gazelini bütünüyle aktarmak şart oldu:

Bir söz dedi cânan ki kerâmet var içinde
Dün geceye dâir bir işâret var içinde

Meyhâne mukassî görünür taşradan ammâ
Bir başka ferah başka letâfet var içinde

Eyvâh o üç çifte kayık aldı karârım
Şarkı okuyup geçti bir âfet var içinde

Olmakta derûnunda hevâ âteş-i sûzan
Nâyın diyebilmem ki ne hâlet var içinde

Ey şûh Nedîmâ ile bir seyrin işittik
Tenhâca varıp Göksu’ya işret var içinde

Gerek yok belki ama... mukassi ‘kasvetli’; âteş-i sûzan ‘yakıcı ateş’; nây ‘ney’; hâlet ‘hal, nitelik’.


Ağlıyordu Hamdullah

Yusuf Ziya Ortaç, II. Meşrutiyet döneminin parlayan yıldızı, Atatürk döneminin demirbaş mebusu Mehmet Emin’in portresini birkaç satırda toparlar:

“Bu muhterem insan için şiir, büyük kelimeydi: Dev, fil, arslan... Bu sözler mısralara girdi mi, olurdunuz büyük şair:
Biz, devlerin, fillerin
Diz çöktüğü milletiz!
Okurken öyle göğsü kabarırdı ki, edebiyat tarihimize sığmayacak sanırdım.
Mizah edebiyatımızın eski ustası Fazıl Ahmet’in, onun dilinden ne güzel bir manzumesi vardır:
Yazıyordum, çıkıyordu her sabah,
Okuyordum, ağlıyordu Hamdullah!”

Ağlayan Hamdullah, Mehmet Emin’e “Milli Şair” sıfatını yakıştıran Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Devam edelim:

Ey Türk Uyan'ın kapağı.
“Balkanlarda yıkılışımızdan sonra, Milli Şairin bir çığlığını duyduk:
Ey Türk, uyan!..
Bu, kırmızı kaplı küçük bir şiir kitabı idi. Şiirle hiç ilişiği olmayan bir şiir kitabı. Ama, herkes aldı, herkes okudu, herkes ağladı... Emin Bey, sahiden Milli Şair olmuştu o günlerde!
Hiç unutmam, Süleyman Nazif, bir toplantıda eseri eline almış, bir kaç parça okumuş, sonra bu hantal mısralardan tiksinerek gürlemişti:
– Ey Türk, utan!”

Yusuf Ziya Ortaç, Portreler: Bir Varmış, Bir Yokmuş!, İstanbul, 1963, s. 115-116.

28 Ekim 2013 Pazartesi

İlginç bir hikâye

Aslında -nç eki fiil köklerine geldiği, gelmesi gerektiği için (gül- > gülünç, sev- > sevinç...) ve Türkçede *ilgimek veya *ilgemek diye bir fiil olmadığı için, ilginç kurallı olarak türetilmiş değildir, yani “ben yaptım oldu” usulü uydurulan kelimelerden biridir. Eski Türkçeden beri yaşayan -nç (veya ) eki, ‘dokunmak, geçmek, ilişmek, takılmak’ anlamındaki fiil kökü il-’e değil, bundan türetilmiş isim olan ilgi’ye eklenmiştir. Bu yüzden kelime zamanında epey tepki çekmiş, aklı başında bütün dilcilerce Türkçenin morfolojisi bakımından yanlışlığı defalarca yazılıp çizilmiş, yine de tutmuş ve yaygınlaşmıştır.

Ömer Asım Aksoy bu durumu analoji ile açıklıyor (Dil Üzerine Düşünceler Düzeltmeler, Ank.: TDK Yay., 1962, s. 88): Kurala uygun olmayan bir kelime kurala uygun olarak yapılmış bir söze benziyorsa yaşayabilir, diyor. Verdiği örnekse, ‘korkunç’tur. Bu kelimenin kork- fiil köküne -(i)nç eklenerek türetildiği halde, korku’ya -nç eklenmiş gibi göründüğünü, bu benzeşmenin de ilginç’in yaşama gücünü artırdığını öne sürüyor ki bu açıklama bana da ikna edici görünüyor.

Öyle ya da böyle ‘ilginç’ büyük ölçüde tutmuştur. Gerçi Faruk K. Timurtaş, Uydurma Olan ve Olmayan Yeni Kelimeler Sözlüğü’nde (İst., 1979, s. 104) “yanlış ve uydurma” kelimeler arasında saydığı ilginç’i, “şekil veya mânâ bakımından yanlış oldukları halde, fazla yayılmış ve dolayısıyla yerleşmiş olan ‘galat-ı meşhur’ sayılacak kelimeler” arasına almamış, ama o tarihte bile atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmişti gibime geliyor. Bugünse ilginç’i Türkçeden çıkartıp atmanın imkân ve ihtimali olmadığı gibi herhalde artık bunun gereği de yoktur.

Yeni kelimelerin dile yerleşmelerinde karşıladıkları kelimelerin durumu da rol oynuyor olmalı. İlginç’in yerini tuttuğu kelimeler, Frenkçe kökenlisi ‘enteresan’ ve Osmanlıca olan ‘alakabahş’ ile ‘şayan-ı dikkat’, demek ki onunla rekabet edebilecek çekiciliğe, işlekliğe, dil içinde edinilmiş sağlam bir yere sahip değillermiş. (Bugünden bakınca bize kesin olarak öyle gözüküyor ama bu yanıltıcı olabilir.) “Enteresan” açıkçası fazla “monşer işi”, diğerleri fazla ağdalı. “İlgi çekici”, “ilgiye değer” gibi tertemiz Türkçe kullanımlarsa, “Bütün diller tembel ve acelecidir” kuralı gereği insanlara fazla “uzun” geliyor olabilir. Bütün bunların üstüne, kaçamak konuşma, net bir değerlendirme yapmadan meseleyi geçiştirme eğilimimizle bu kelimeyi pek fazla dillendiriyor olmamızın yol açtığı kullanım sıklığı da eklenince kelimenin dile yerleşme süreci hızlanmış olabilir.

Peki ama kontesi kim öptü?

Ö. A. Aksoy, yukarıda değindiğim notuna “Rahmetli Ataç’ın ‘enteresan, şayan-ı dikkat (ilgi çeken)’ karşılığı olarak kullandığı ‘ilginç’ sözcüğü, gençler arasında epey yayıldı” diye başlamış. Nevnihal Bayar da, Açıklamalı Yeni Kelimeler Sözlüğü’nde (Ank.: Akçağ, 2006, s. 161) kaynak göstermeden, Ataç’ın ilginç kelimesini kendisinin bulduğunu söylediğini yazmış. Oysa Ataç ‘intéressant’ karşılığı ilinç’i (< il- + -inç) önermiş ve kullanmıştır. Yılmaz Çolpan’ın Ataç’ın Sözcükleri’nde (TDK, 1963, s. 57) sadece bu ilinç var. Çolpan orada 1955 tarihli bir örnek cümle vermiş. Gerçekten de Mayıs 1957’de ölen Ataç, ölmeden bir iki ay önce Günce’sine yazdığı tarihsiz bir notta da ilinç’i kullanmış (Günce 1956-1957, YKY, s. 240): “... birini bile pek öyle ilinç bulmadım.” 1956’da kaleme alınmış bir başka notta yine ilinç kullanılmış (s. 145). N. Bayar aynı çalışmasında kelimenin ilk kez TDK Türkçe Sözlük’ün 1966 tarihli basımında (Ataç’ın ölümünden 9 yıl sonra) yer aldığını yazmış. Nişanyan ise 1955 tarihli basımda bulunduğunu yazıyor. Bakmadım ama büyük ihtimalle Nişanyan haklıdır.

6 Mart 2009’da bu konuyu yazarken, Ö. A. Aksoy’a güvenerek kelimenin Ataç’ın “tilcik”lerinden olduğunu belirtmişim. Anlaşılan, adamcağızın günahını almışım. Ataç ilmek fiilinden -nç ekiyle gayet kurallı olarak ilinç’i üretmiş. Ancak Ataç’ın onca uydurma “tilcik”ine karşılık, kesinlikle kurallı bu türetmesi tutmamış, G. Lewis’in deyişiyle dilbilim açısından bir ucube olan ilginç onun yerini almıştır.

Son olarak TDK’nın 30’ların ortalarında aynı anlamda ilgen’i önerdiğini ama onun da tutmadığını ekleyelim. İlmek fiilinin günümüzde yaygın kullanılmaması, “ilgen”, “ilinç” gibi türetmeleri anlaşılmaz kılıyor. Oysa ilginç’in ‘ilgi’ bağlantısı çok açık.

26 Ekim 2013 Cumartesi

Divançe -1

Etse Nef‘î n’ola ger gönlüyle dâim bezm-i hâs
Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül
Nef‘î

21 Ekim 2013 Pazartesi

Mukallak da nesi?

Mehmet Çavuşoğlu Latîfehâ-yı Mevlânâ Zâtî ’yi yayımlarken [M. Çavuşoğlu, “Zati’nin Letayifi”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XVIII (1970), s. 25-51] bir latifede mukallak (mim+kaf+lam+kaf, lam’ın üstünde şedde) diye okunabilecek bir kelimeyle karşılaşır ve bir anlam veremez (s. 36). Dipnotta belirttiğine göre, kelime “Prof. Ali Nihad Tarlan’ın kanaatine göre Türkçe ‘kulak’ kelimesinden mufa’al bâbına uydurulmuş olup ‘kulaklı, kelle kulak yerinde’ ma’nâsındadır.” Öyle mi acaba?

Osmanlı edipleri Türkçe ya da başka dillerden kelimeleri Arapça kalıplara dökerek kelime oyunu yapmayı pek severler. Özellikle de belden aşağı tarzda bir şey söyleyeceklerse bir tür örtmece olarak bu yola başvururlar. Bu yolun en büyük üstatlarından biri Evliya Çelebi’dir. Dankoff, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi Okuma Sözlüğü ’nde bunun birçok örneğini derlemiştir. Sözgelimi ‘genelev’ anlamında, Türkçe sinkaflı malum fiili Arapçada yer adları üretmekte kullanılan mef‘al kalıbına sokarak meskeş, Farsça puşt’u (asıl anlamı ‘sırt’) edilgen kalıbı mef‘ûl ile mepşut ‘pasif eşcinsel erkek’ vb daha birçok “kelime”... Ö. A. Aksoy'un aktardığına göre bu oyunu Ataç da pek severmiş. Tabii onunkiler biraz daha zamane: meşruta ‘şort giymiş kadın’, tereddi ‘radyo dinlemek’, terakki ‘rakı içmek’ vs...

Peki, mukallak gerçekten de Tür. kulak kelimesinin Arapça kalıba dökülmüş hali midir? Büyük ihtimalle hayır. Bir kere, bu oyunda sanıyorum kelimenin az çok fark edilir olması gerekli, yoksa espri güme gider. İkincisi, “kulaklı = kelle kulak yerinde” denkliği bana pek ikna edici görünmüyor; fazla zorlama. Üçüncüsü, “latife” okunduğunda, belden aşağı bir hikâye anlatıldığı için kelimenin örtmece olduğu, olması gerektiği anlaşılıyor. Kulak’ı örtmek gerekmez. Kelime bence ya kalk- fiiliyle ya da kılık’la (ama ‘kılık kıyafet’ anlamında değil) ilgili olmalıdır.

İlk akla gelen fiil açıklama gerektirmeyecek kadar açık sanıyorum. Çavuşoğlu'nun bunu görmemiş olması da bence mümkün değil; belki de gördüğünü açık etmesine terbiyesi müsaade etmemiştir. Zaten metnin yayınında birçok yeri .... ile geçmiş. Elbette bilimsel bir yayında bunun olmaması gerekir. Metin neşrinde ve sözlükte ayıp olmaz. Ancak ben burada bile kendimi sansüre tabi tutarken, yazarın 1970'te fakülte dergisinde bunu yapmaması çok zor olabilir.

Diğer ihtimal kılık ise anlamca bugünkünden farklı. O dönemde (16. yüzyıl başları) kılık, ‘kişinin dış görünüşü, giyim kuşam, üst baş’ anlamında değil, diğer Türk dillerinin hepsinde bugün de olduğu gibi, öncelikle ‘huy, mizaç, karakter, davranış, tavır’ anlamındadır ve kılmak fiilinden gelir. Meninski (1680) kılmak karşılığı şunları verir (Tulum, 1123): ‘işlemek, görmek, iş görmek, iş işlemek, itmek, etmek, eylemek, dürüşmek, mu’āmele etmek, yerine getürmek, edā etmek, hakkından gelmek, bitürmek, temām etmek, maslahat görmek...’ Tarama Sözlüğü’nde XIV. yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar örneklerle kılık için ‘hal ü şan, hareket tarzı, gidiş’ karşılığı verilmiş (IV, 2483).

Tabii bu ikisinin dışında da bir anlamı olabilir kelimenin. Ancak bu ikisi sanıyorum kulak'tan çok daha güçlü birer ihtimaldir. Gelelim Zâtî’nin latifesine (imlasını normalleştirerek yazıyorum):

“Bir gün sohbette yârân pâk-dâmânlık [namusluluk] bahsin ettiler. Küçük derler bir derviş-zade var idi; zamanında gözleri ayyar [hilekâr, kurnaz] ve kendi şive-kâr [işveli, cilveli] idi. Sabâ [rüzgâr] gibi esti savurdu, üzerine toz kondurmadı. Ayıttı [dedi]: Mevlana Zati beni küçükten bilir, niçe bilirse söylesin. Ben ayıttım: Gerçek bir sahib-i tekye [tekke] dervişin oğlu idi. Babası yerinde bu otururdu. Tekyelerine bir mukallak misafir gelse kalkar oturduğu yeri ona gösterirdi, o misafir başın sokar hoş geçerdi. Ve dahi halkalı sofrayı önüne getirirdi. Misafir burnun batırı [baturı] döğer idi, oh vay ne lût [te ile, yani 'tatlı yemekler' der gibi, ama muhtemelen ile Lût kavmi = Sodom ve Gomore halkını ima ederek] olur bir takımı bir kızıl [altın] değer dir idi. Çün yârân bu latifeyi işittiler, ziyade ferah oldular.”


Meraklısına...

 

► Kılık bugün ‘yaratılış’ dediğimiz şeyin tam karşılığı ve bu anlamda ‘huy, karakter’ demek. kıl- fiili Köktürkçeden beri bilinir, Kül Tigin anıtındaki (D1) şu ünlü ifadede olduğu gibi: üze kök teŋri asra yagız yer kılıntukda ekin ara kişi oglı kılınmış (üstte mavi gök, altta kara toprak yaratıldığında, ikisinin arasında insan oğlu yaratılmış).

Tarihi ve modern Türk dilleri ve lehçelerinde kılık hep ‘huy, karakter’ anlamındadır, sadece Şeyh Süleyman Efendi'nin Çağatayca sözlüğünde (1880) ‘huy’un yanı sıra ‘suret, şekil’ anlamı da var. Bizdeki anlam kayması da muhtemelen bu ‘huy, tabiat, karakter’in kişinin dış görünüşüne, bugünkü anlamda kılık kıyafetine yansımasıyla ilgili olmalıdır.

  • Eski Uygurca: kılık ‘karakter, huy, ahlak, yaratılış’.
  • Kâşgarlı Mahmut: kılık ‘hal ve tavırlar, davranış biçimi’.
  • Codex Cumanicus: Kılıhlı ‘belli bir karaktere sahip olan’.
  • Çağatayca: kılıg ‘huy, suret, şekil’.
  • Azerice: gılıg (qılıq) ‘mizaç, huy, karakter; munislik, uysallık’; gılıglamag ‘tavlamak, yaltaklık etmek, yağ çekmek’.
  • Türkmence: gılık ‘huy’.
  • Yeni Uygurca: qiliq ‘delme, açma, yapma; tarz, itiyat, tavır’; qiliqlanmak ‘cilvelenmek, nazlanmak’.
  • Altayca: kılık ‘iş, hareket, faaliyet; mizaç, huy, ahlak’.
  • Nogayca: kılıksız ‘yaramaz’.
  • Karaçayca: kılık ‘huy, karakter, mizaç’.

► Kâşgarlı’da kılınç (< kıl- + -nç; sevinç, gülünç vs gibi) ‘bir kadının oynaklığı, işvebazlığı’ (Besim Atalay çevirisinde ‘kadının naz ve kırışması’): “Bir kadına üküş kılınçlanma ‘çok fingirdeme’ (‘çok nazlanma’) denir.” Kılınç’ın aynı zamanda ‘kişilik özelliği, huy, karakter’ karşılığı var: edgü kılınç ‘iyi karakterli’ gibi...

Kâşgarlı kılmak’la ilgili verdiği er kızıg kıldı ‘adam kızı yaptı’ örneğini şöyle açıklar: “Bu sözcük adamın kızla cinsel ilişkiye girdiğini ima eder. Bu nedenle Oğuzlar bu sözcüğü kullanmaktan kaçınır; ‘o (bir şey) yaptı’ demek istedikleri zaman kıldı yerine etti derler. Nitekim er yükünç etti ‘adam namaz ibadetini yerine getirdi’ ifadesini kullanırlar. Türkler [Karahanlılar] bu ifadeyi kıldı’yla söyler.”

14 Ekim 2013 Pazartesi

Okay sesleri, alkışlar...

Okay, 30’ların ortalarında ‘bravo!’, ‘aferin!’ karşılığı kullanılan uyduruk bir tabir. Bu kullanımıyla fazla uzun ömürlü olmasa da kişi adı ve soyadı olarak halen pek canlı. Amerikanca “okay!” (O.K. veya o.k.) ile “akrabalığı” da aşikâr olan (!) bu kelime TDK’nın 1935 tarihli ünlü Cep Kılavuzu’nda yer alıyor (s. 216).

O dönemde Meclis (Kamutay) kürsüsünde ya da CHP kurultaylarında bir hatip konuşurken heyecanlanan dinleyici ‘saylav’ların ya da parti üyelerinin, “bravo!” yerine “okay!” diye bağırdıkları yazılır tutanaklarda. Mustafa Ekmekçi’nin özlemle anarak anlattığına göre öğretmenler 30’lu yıllarda yazılı kâğıtlarına “aferin” yerine “okay” diye yazarlarmış.

Kelime piyasadaki sözlüklerde bulunmaz. Meclis tutanaklarında filan görünce şaşırmamalı. Örnek olarak Atatürk’ün 1935’teki CHP Kurultayını açış konuşmasından bir pasaj:

“Sevgili arkadaşlar; Cumhuriyet Halk Partisinin esas düşünce ve dileği, vatandaşları her türlü ayrılıktan korumak, onları, kendileri ve büyük Türk ulusu için faydalı kılmaktır. (okay sesleri, alkışlar)”

Bu “okay”lar birkaç yıllık kısa bir dönemde görülüyor. Bir önceki CHP Kongresinde (1931) yok, Atatürk’ün ölümünden hemen sonra yapılan Birinci Üsnomal Büyük Kurultay’da (Aralık 1938) yine yok. Bu kongrede İnönü’nün konuşması “bravo” sesleriyle kesilir. Atatürk’ün 1 Kasım 1934’teki Meclis açılış nutkunda ise var:

“Bu gün dinletmeğe yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz (okay sesleri, alkışlar).”

Meclis tutanakları izlenerek okay kullanımının başlangıç ve bitiş tarihleri daha da kesinleştirilebilir şüphesiz, ancak şurası kesin: “Okay sesleri” tam da Güneş-Dil Teorisi`nin en parlak günlerinde duyulmaktadır. Bilindiği gibi o dönemde devlet ricalinin en büyük sofra başı eğlencelerinden biri, yabancı kelimelerin kökenindeki (!) Türkçe “asıl” kelimeleri keşfetmeyi, daha doğrusu icat ve imal etmeyi amaçlayan bir tür kelime oyunuydu: belleten (bulletin), okul (école), sömürü (istismar), örgen (organ), evrensel (universal), terim (terminus), kumandan (commandant) ve daha niceleri... Böyle bir ortamda okay’ın Amarikanca o.k.’in “aslı” olduğunu görmezden gelmek mümkün mü?

G. Lewis kitabında TDK tarafından yayımlanan ve ilk dil kurultaylarından birinin katılımcılarına dağıtılan tarihsiz bir broşürde bulunan Kurultay Marşı’nın sözlerine yer vermiş (s. 69). Gerek M. K. Atatürk’ün gerekse söz yazarı Malatya Mebusu Dr. Hilmi Oytaç’ın soyadları geçtiği için en erken Kasım 1934 tarihli olabilecek marşın nakaratında okkay diye bir kelime geçiyor:

Selâm sana Kurultay, yeni doğan tolunay
Selâm sana Atatürk, bizden sana bin okkay

Lewis Tarama Dergisi’nde (1934) bulunmayan bu kelimenin ‘respect (saygı)’ karşılığı kullanıldığını ve okkalı kelimesinin eski biçimi olduğuna dair “şüpheli bir varsayıma” dayandığını, böylece kelimenin ilk anlamının ‘ağır’, ikinci anlamının ise ‘saygıdeğer’ olduğunu, sondaki -y’nin ise kafiye gereği eklendiğini yazıyor. Yazar kafiyeden bahsederken eğleniyor olmalı. Yoksa o dönemde isimlere, sıfatlara, fiil kök ve gövdelerine, artık hangisi rast gelirse, ayrım gözetmeksizin ve ne anlama geldiğini düşünmeksizin ya da her türlü anlam üretecek  denli “zengin işlevli” -y’ler, -ey’ler -ay’lar eklenerek nasıl harikalar yaratıldığını kendisi de yazıyor (s. 132): yöney 'cephe', yüzey, düzey, öney 'cephe, ön yüz', görey 'manzara', güzey 'gölge', dahası Saldıray, Yıldıray, Batıray, Atılay...

Lewis okay'dan hiç söz etmiyor, ama bana öyle geliyor ki, bu okkay, bizim okay’ın ta kendisi, daha doğrusu okka ile "rasyonalize" edilmiş bir biçimidir. “Bizden sana bin okkay” ifadesi bence başka türlü anlaşılamaz.

Meraklısına...


► O. F. Sertkaya Türk Dili dergisinde yayımlanan bir yazısında M. Ekmekçi’nin Cumhuriyet ’teki bir yazısında (20 Ekim 1988) bahsettiği okay’ın Satürn’ün Türkçesi olduğu iddiası üzerinde duruyor. Ekmekçi’ye Ömer Asım Aksoy, ‘aferin, bravo’ anlamından bahsettikten sonra (Sertkaya bu anlam üzerinde hiç durmamış) Veled Çelebi’nin yayımlanmamış bir sözlük çalışmasında okay’ın Zühal Yıldızı (Satürn) karşılığı geçtiğinden söz etmiş. Sertkaya Tarama Dergisi ’nde geçen Keyvan Okay ‘Zühal Yıldızı’ dışında okay biçimiyle kelimenin başka kaynaklarda geçmediğini belirtiyor ve bu kelimenin Kutadgu Bilig’de ve başka yerlerde oŋay (ongay) biçimiyle yer aldığını, kökeni tartışmalı bu kelimenin “aykırı genizleşme” (denasalisation) sonucu okay haline gelmiş olabileceğini, ancak anlamının Zühal/Satürn değil, Müşteri/Jüpiter olduğunu ikna edici şekilde gösteriyor. (Ekmekçi’yle ilgili yukarıdaki notu bu yazıdan aldım.) Bu oŋay’ın bizim okay’la ilgisi olmadığı açık.
Osman Fikri Sertkaya, “Kelime Dağarcığımızdan (3): Okay ‘Zühal/Satürn’ mü, Yoksa ‘Müşteri/Jüpiter’ mi?”, Türk Dili, no. 474 (Haziran 1991), s. 321-325 (yazıya şuradan ulaşılabilir).

► TDK’nın Kişi Adları Sözlüğü erkek adı olarak okay’ın “1. Satürn gezegeni. 2. Beğenme” anlamına geldiğini yazmış. İkinci anlamın malum “aferin”e dayandırıldığı açık. İlk anlamı ise Sertkaya’nın çürüttüğünü yukarıdaki notta yazdım. Üstelik bu yazı kurumun yayın organında çıkmış! Bu sözlükte yok ama Google ile araştırınca, şeddeli okkay’ın da soyadı olarak kullanıldığı anlaşılıyor.

► 1924’te Malatya Vilayetinin adının İsmet Paşa Vilayetine tahvili hakkında bir takrir (önerge) de vermiş olan (17.3.1340) gayretli Malatya mebusu söz yazarımızın marşı Maestro Karlo d’Alpino Kapoçilli tarafından bestelenmiş.
G. Lewis, Trajik Başarı: Türk Dil Reformu, İst.: Paradigma, 2007, s. 69.

► 1938 kongresinin adında geçen üsnomal, ‘fevkalade, harikulâde, âdetin fevkınde = extraordinaire, inouï’ karşılığı uydurulmuş (Cep Kılavuzu, 302). Nomal normal’in aslı olsa gerek! Kılavuz’da ‘alelâde, normal, tabii’ karşılığı verilmiş. Acaba nom’dan (< Soğdca ‘din, yol, kural, öğreti, töre, akide, kanun, şeriat vs’) türediği mi sanılıyor? Kılavuz’da yer aldığına göre nom’un Türkçe olduğu düşünülüyor olmalı. Ön ek gibi kullanılan üs ise belli ki ‘fevk’in karşılığı, yani ‘üst’. Üsnomal, CHP’nin 1935 programına ve kongre adından da anlaşılacağı üzere tüzüğüne kadar girmiştir.

► Almanya’ya yaptırılan Saldıray, Yıldıray, Batıray, Atılay denizaltılarının “som Türkçe” adlarını bizzat Atatürk’ün ürettiği bilinir (“som Türkçe” de onun tabiri). Bunu daha önce yazmıştım, tekrar yayımlarım. “Okay”ın da daha önce kısa bir versiyonu yazmıştım (16 Ocak 2009). Burada yeni malzemelerle birlikte bütünüyle yenilendi.

► İngilizcedeki O.K.’in etimolojisi üstüne rivayet muhtelif. Şurada ilgili etimoloji önerilerinin dökümü verilmiş, Yunanca, Almanca, Rusça ihtimallerden bile söz ediliyor ama bizim okay/okkay veya ok+ay ne yazık ki atlanmış!

Ek 1: Okay’ın Bir Başka Versiyonu

Konusunu bizzat Atatürk’ün verdiği ve metin üzerinde üç kez kapsamlı redaksiyon ve tashih yaptığı Bayönder adlı piyeste okay’ın bir diğer versiyonu var: ohkay! Bkz. M. Buttanrı, “Atatürk’ün İsteğiyle Yazılan Bayönder İsimli Tiyatro Eserinde Atatürk Tarafından Yapılan Dil Düzeltmeleri”, Türk Dili, no. 622 (Ekim 2003), s. 422-430.

Makalede üç kez ohkay (birinin Atatürk’ün elinden çıktığı kesin, ama hay’la kafiyeli olduğu için belki yazım hatası vardır), bir kez de okhay geçiyor. Bu hata makale yazarından mı, yoksa Bayönder’i kaleme alan, aslında bir tür “gölge yazar” ya da “gölge imza sayılabilecek Münir Hayri Egeli’den mi kaynaklanıyor, bilmiyorum. Makalenin tek kaynağına bakmak lazım: M. H. Egeli, Bayönder, İstanbul: Güneş Matbaası, 1934.

Her halükârda -h-’li bir versiyonumuz var, ama -h- hangi tarafta belli değil. Düşük bir ihtimal ama -kh- sırası doğruysa, bir hırıltılı he ile karşı karşıya olamayacağımıza göre (birileri “oh! ay!” diye düşünmüş ya da öyle sanmış olabilirler mi?) belki de ok atıyoruz ve ok hedefi bulunca “hay” diye bağırıyoruz! Diğerine bir anlam veremiyorum. Sofra başı etimologları kadar yaratıcı olmadığım kesin.

Daha sonra Atatürk’ün isteğiyle Necil Kazım Akses tarafından bestelenen Bayönder, ekürisi Özsoy ile birlikte, sadece dil açısından değil, dünya görüşü, siyaset anlayışı, kişi kültü, Atatürk’ün kendisini nasıl gördüğü ve göstermek istediği (Bayönder’in kendisi olduğu çok açık, yazar da bunu teslim ediyor) açısından da ciddi olarak incelenmeyi hak ediyor.

Eski çağlarda bir gün Bayönder ülkede baymış
Öyle üstün baymış ki adını gök de saymış


Okay!

Ek 2: “Okay ‘Okun Aya İsabeti’ Demekmiş!

Bu da bir başka yakıştırma. Semiha Berksoy Can Dündar’a anlatıyor:

“İçeri girdiğimizde Atatürk, İnönü ile bilardo oynuyordu. Yanımıza geldi. Bize masa hazırlatmış, buyur etti. İçki sordular. ‘Biz bir şey içmeyiz’ dedik.

Bana ‘Bize şarkı söyler misiniz’ dedi. Kolumun altında Madam Butterfly operası vardı. ‘İsterseniz ondan İtalyanca bir arya söyleyeyim’ dedim. Çok sevindi. Hemen emretti, bir ses alma makinesi getirildi. Nimet hanım piyanoya geçti. Ben piyanonun yanında, teybin başında durdum. Atatürk de yanımda durup ellerini kavuşturdu. Başladım arya söylemeye... Beğensin diye bombardıman ettim, çın çın öttü salon...

Arya bitince Atatürk, ‘Okay.... okay...’ diye bağırdı.

Meğer ‘okay’ Türkçe bir terimmiş. ‘Okun aya isabeti’ demekmiş. ‘Tam isabet’ yani... Sonra büfeye geçtik. ‘Sesiniz çok güzel, Avrupa'ya gidin’ dedi bana... Şah için iyi hazırlanmamızı söyledi. ‘Bu bir inkılaptır’ diye bağırdı.”

Hadise Haziran 1934’te geçiyor. Şah için iyi hazırlanmaktan kasıt, Özsoy operası İran şahının huzurunda sahnelenecektir de, odur.

10 Ekim 2013 Perşembe

Arife

Bu kelimenin nereden gelip nereye gittiğini herhalde herkes bilir. Yine de günün “anlam ve önemine binaen” üzerine hasbıhal edebiliriz belki.

Arefe, bilindiği gibi, bizim Arafat diye bildiğimiz dağın diğer adıdır (‘arefe / ‘arafât). Arapça yevmü arafe ‘arefe günü’, yani ‘Arafat günü’, Zilhicce ayının dokuzuncu gününe verilen addır, çünkü her yıl bu tarihte hacı adayları haccın iki temel unsurundan (rüknünden) biri kabul edilen vakfe (sözlük anlamı ‘ayakta durma’) için Arafat’ta buluşur. Ertesi gün kurban bayramının ilk günüdür. Malum, iki bayram arası tam 2 ay 10 gündür (tabii ay takvimiyle). Bu yüzden aslında yevmü arefe’nin asıl anlamı ‘kurban bayramından önceki gün’dür. (Büyük Larousse “Hacıların, Kurban Bayramı’nda Arafat’a çıktıkları günden bir önceki günün adı” diyerek fevkalade ayıp etmiş. 8 Zilhicce’ye, suyu olmayan Mînâ’ya gidildiği için, yevmü't-terviye ‘su verme, suya kandırma günü’ deniyor.)

Bizde arife önce ramazan bayramının bir gün evveli için de kullanılmaya başlanmış, sonra da anlam genişlemesiyle ‘herhangi bir iş öncesindeki gün ya dönem’ anlamını kazanmış (seçim arifesi, nikâh arifesi vs). O kadar ki, bugün “bayram arifesi” denmesini bile yadırgamıyoruz.

60-70 metrelik bir tepe olan dağın adının kökeni bilinmiyor. Cennetten kovulan Adem ile Havva’nın yıllar süren ayrılıktan sonra ilk defa bu tepede buluştuklarına inanıldığı için yerin adını bu buluşmaya (te‘ârefe) bağlayanlar olduğunu İslam Ansiklopedisi’nden (İA, I, 549-50; EI², I, 604) öğreniyoruz.

Nişanyan karışık bir şeyler yazmış. 9 Zilhicce’den bahsetmiş, ama Arafat’tan söz etmediği için önerdiği etimolojinin yer adıyla mı ilgili olduğu, yoksa bu günün dağdan bağımsız bir ada sahip olduğunu mu düşündüğü anlaşılamıyor. Şöyle diyor: “Muhtemelen ‘önceden bilme, geleceği haber verme’ anlamında. Karş. Ar ‘irafâ (fal bakma, geleceği haber verme)”. Sanki, “arife günü bayramın geleceğini haber verir ya da o gün ertesi gün bayram olduğu bildirilir de ondan” der gibi, ama emin değilim. Gerçi Nişanyan’ın Elifin Öküzü’nde yazdığı iyice uçuk “etimoloji” (2008, s. 142) bu ihtimali güçlendiriyor, hatta bayramın gelişini davul zurnayla duyurmaktan bahsettiğine göre, başkaca bir ihtimal kalmıyor.

Arefe’nin ikinci ünlüsünün ne zaman darlaştığını bilmiyorum. İlginçtir, Şemsettin Sami’nin Lugat-i Fransevî’sinde (1885) olduğu gibi Redhouse sözlüğünde (1890) de kelime arefe şeklinde Latin harflerine aktarılırken, Meninski sözlüğünün Türkçe-İtalyanca versiyonunda (1832) arefe’nin yanında arife de kaydedilmiş (s. 30): ‘arife güni vigilia di festa. Artin Hindoglu’nun Türkçe-Fransızca sözlüğünde (1838) ise sadece arifé var (s. 326a). Bu /e/ > /i/ gelişimi ârif/ârife’nin etkisiyle oluşmuş olabilir. Anadolu ağızlarından ise arafa, arafe ve arfa gibi daha beklenir varyantlar derlenmiş.

Osmanlı döneminde resmi olarak arife merasimleri bayramdan dört gün önce başlar, arife günü yapılan arife divanı ile tamamlanırmış. Böylece devlet ileri gelenleri bu süre zarfında teşrifat gereği yerine getirmeleri gereken tebrikleşmeleri bayram öncesi tamamlayıp, bayramı evlerinde, konaklarında geçirebilirlermiş. Arife’nin anlamca bir gün yerine birkaç günlük bir süreyi kapsar hale gelmesi bu dört günlük merasim dönemiyle ilgili olabilir.

Kelimenin ‘her hangi bir şeyin hemen öncesindeki gün ya da dönem’ anlamını ne zaman kazandığı da belirsizdir. Nişanyan tespit edebildiği en eski kaydı Türkçe Sözlük’ün 1945 tarihli ilk basımında gösteriyor. Şemsettin Sami’de (1901) bu anlam yok. M. Bahaeddin’in 1924’te basılan Yeni Türkçe Lügati’nde de olmadığına göre bu anlam genişlemesinin gerçekten de söz konusu dönemde biçimlendiği düşünülebilir, ama yine de acele etmemekte yarar var. Bu genişleme bana o kadar doğal görünüyor ki çok daha eskilere uzanıyor olması gerekir diye düşünüyorum. Azerice ve muhtemelen Uygurcada aynı genişlemenin görülmesi (bkz. aşağıda) bu “doğal”lığın yansımasıdır bence.

Arife’nin ikincil anlamını Nişanyan’ın gösterdiğinden 100 yıl daha geriye götüren bir örnek Bianchi’nin Fransızca-Türkçe sözlüğünde (1847) bulunuyor (II, 1291b): Sözlükte La veille d’une fête, le jour qui la précède için ‘arefe güni’ karşılığı verildikten sonra, Être à la veille de…, sur le point de … içinse ‘bir şeyün vaktine çatmak, bir şeyün arefesi gününe çatmak’ [bir cheîuŋ ‘arefeci gununè tchâtmaq] karşılığı verilmiş. Bir çırpıda 100 yıl fena sayılmaz, ama aranırsa daha eskisi de bulunabilir. Elbette sırf sözlük karıştırmakla olmaz, metin taramak gerekir. (Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe sözlüğünde bu ikinci anlam kaydedilmiş ama kaynağı, dayanağı nedir, hiç bilmiyorum.)

Hâlâ okumaya devam edenlere...


► Artin Hindoglu sözlüğünün (Hazîne-i Lûgāt / Dictionnaire abrégé turc-français, Viyana, 1838) söyleyişte “medreselû” tavrını değil de çarşı pazar ağzını, yani bugün bizim konuştuğumuza çok yakın olan dönemin “avam” (aslında temiz) İstanbul Türkçesini esas aldığı, şöyle bir karıştırıldığında bile görülebiliyor. Nişanyan da Taraf yazılarından birinde bu eserin “İstanbul konuşma dilini sistemli olarak yazıya yansıtan ilk Türkçe sözlük” olduğunu belirtiyor ki, bu bakımdan “arife” okuyuşunun rastlantı olmadığı anlaşılıyor. (Nişanyan’ın yazısına şuradan erişilebilir.)

► İlk cildi 1843’te basılmış olan Bianchi sözlüğünde bir başka dini bayram, Noel için de ‘arife’ kullanılmış: La veille de Noel ‘ıyd-i miladun [‘milat bayramının’] yevm-i mâ-kabeli, arefesi güni’.
T. X. Bianchi, Dictionnaire français-turc, c. II, Paris, 1847, s. 1291b.

► Azerice erefe (şimdiki imlalarıyla ərəfə), ‘bayramdan evvelki gün’le birlikte, bizdeki ikincil anlama da sahip: ‘Her hansı bir hadiseden gabagkı vaht [önceki vakit]’ (Azərbaycan Dilinin İzahlı Lüğəti, Bakû, 2006, II, 124). Orada gayet ikna edici örnekler de var. Uygurca eripe’nin de dini bayramlar dışında kullanıldığı anlaşılıyor. Yeni Uygur Türkçesi Sözlüğü’nde (Ank.: TDK Yay., 2008, s. 115) tanım açık değil ama en azından yeni yıl arifesinden söz ediyor: yéŋi jil eripiside ‘yeni yıl arafasında [!]’ (İnanılır gibi değil ama arife’yi üç kere böyle yazmışlar!)

► Yukarıdaki iki İslam ansiklopedinin yanına kaynak olarak üçüncüsünü de ekleyebiliriz:
[İA] İslam Ansiklopedisi (MEB), I, 549-50.
[EI²] The Encyclopaedia of Islam (new edition, Brill), I, 604.
[DİA] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, III, 351-352.
Ayrıca Tietze, Lugat, I, 194a ve Emrullah İşler, Türkçede Anlam Kaymasına Uğrayan Arapça Kelimeler, İst., 1997, s. 23.

► Bir de atasözü ve deyimler var tabii: “Arife günü yalan söyleyenin (oruç yiyenin) bayram günü yüzü kara çıkar (olur)”, “arifeyi gösterip bayramı göstermemek”, ayrıca konumuzla ve günümüzle ilgili “Arafat´ta soyulmuş hacıya dönmek”ten söz edebiliriz. Bu sonuncunun bir başka versiyonu: “Onmadık (talihsiz) hacıyı deve üstünde (Arafat’ta) yılan sokar.” Belki de en güzeli “arife çiçeği”dir. Nedense TDK Türkçe Sözlük’te ve Ömer Asım Aksoy’da bulunmayan bu deyimi Şemsettin Sami (1901) şöyle açıklıyor (s. 933-34): “1. Bayramdan bir gün evvel bayramlık esvabını giyen (istihza tarikiyle söylenir). 2. Çok süslenip gezen.” Dankoff Evliya Çelebi’de bunun “arefe küçigi” varyantını tespit etmiş ve ‘sabırsız çocuk’ karşılığını vermiş. Geçtiği bağlamı bilmiyorum ama deyim açısından “çocuk” yerine “kişi” daha uygun düşebilir (‘arife günü bayramlıklarını giyen çocuklar gibi sabırsız kişi’).

► Bir kelimenin en eski kaydını tespit etmek, söylemeye bile gerek yok, öyle bir-iki kişinin altından kalkabileceği türden bir iş değil. Muazzam bir mesai gerektirir. Yine de bu işe kıyısından köşesinden girişmek bile başlangıç olarak anlamlıdır. TDK’nın bu konuda çoktan bir şeyler üretmiş olması gerekirdi. Hatta Tarama Sözlüğü hazırlıkları sırasında, aklı başında insanların dilediği gibi, tarama işlemleri Türkçe (ve Türkçe sanılan) kelimelerle sınırlanmasaydı bugün elimizde Türkçenin iyi kötü bir tarihi sözlüğü, üzerine daha iyisini inşa edebileceğimiz, bu arada sözgelimi arife’nin anlam ve ses değişmelerini az çok izleyebileceğimiz bir kaynağımız olurdu. Tabii o günlerde amaç, Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri dilden hızla süpürüp atabilmek için eski kaynaklardan ve Anadolu ağızlarından standart dil dışında kalmış Türkçe kelimeleri bir an evvel tespit edip Tarama Sözlüğü ve Derleme Sözlüğü ile kullanıma sunabilmekti. Yıllar önce gündeme gelen, 70’lerde resmen başlatılan DPT destekli Türkiye Türkçesinin Tarihsel Sözlüğü Projesi ise yılan hikâyesine dönmüş, bazı fişleme çalışmaları yapıldığı halde ortaya somut bir ürün çıkartılamamıştır. Devlet destekli bir proje olduğuna göre, hatta o destek olmasa bile, devlet bütçesinden ödenek alan bir kurum olarak TDK’nın belirli aralıklarla kamuoyunu bilgilendirmesi gerekir. TDK sitesinde kurumun en son 2011 tarihli gayet kapsamlı bir çalışma raporu var; baktım, bu sözlükle ilgili tek bir kelime göremedim.

5 Ekim 2013 Cumartesi

Ataç'ın ep'iyle kuyuya inmek!

Merak buyurmayın, başlıkta hata yok; varsa da bana ait değil! Ep, Nurullah Ataç’ın bir hatalı okuma ve yanlış anlama sonucu ‘sebep’in özbeöz Türkçesi sanarak dolaşıma soktuğu ve sonuna kadar da kullandığı bir “tilcik”, tam anlamıyla bir “hayalet kelime”.

Ep, Ataç’ın en talihsiz önerilerinden biridir. “Dil devrimi”ne bir şekilde iman etmiş olan Nurullah Ataç, kendi türettikleri ya da birçok durumda türetiyorum sanıp da düpedüz uydurdukları dışındaki kelimeleri, kendi deyişiyle “tilcik”leri, Tarama Sözlüğü öncesinde çıkarılan Tarama Dergisi ya da Divanü Lügati’t-Türk ve benzeri dil yadigârlarında bulunan unutulmuş kelimeler, hatta bazen sesçe ve anlamca başkalaşmış halde dilde yaşayan kelimelerin arkaik formları (tilcik’teki ‘til’ > ‘dil’ de böyledir) ya da Derleme Sözlüğü’nden önce yayımlanan Söz Derleme Dergisi’nde yer alan Anadolu ağızlarında kullanılan kelimeler arasından seçiyordu. Kötü ünlü ep’i de Tarama Dergisi’nde ‘sebep’ karşılığıyla görmüştü. Aksilik şu ki, hem eski metinleri tarayanlar yanlış okumuş, hem de Ataç sebep'i yanlış anlamıştı.

Arapçada sebep’in, Türkçedeki anlamı dışında bir anlamı da ‘ip, urgan, çadır ipi’dir. Ömer Asım Aksoy ve Geoffrey Levis’e göre kelimenin asıl, yani tarihi bakımdan ilk anlamı budur. Bizim kullandığımız ‘bir şeyin olmasına veya belli bir durumda kalmasına yol açan şey, neden’ anlamı, ip’in ‘bir nesneye ulaşma, çadırı ayakta tutma aracı’ olmasıyla ilgilidir. 1934’te basılan Tarama Dergisi için taranan eski Arapça-Türkçe sözlüklerde sebep için öncelikle ‘ip, urgan’ karşılığı verilmiş ve kelime kiminde elif + be (pe) ile, bazılarında elif + ye + be (pe) ile yazılmış. Eski metinleri tarayanlar bu kelimeleri ‘ip’ diye okuyacak yerde ‘ep’ ve ‘eyp’ diye okumuşlar ve belli ki ciddi bir redaksiyondan geçmeyen dergide bu iki şekil de basılmış. Sebebin Arapçadaki anlamını bilmeyen ve/veya bu hayalet biçimleri sorgulama gereği duymayan Ataç ep’i ‘neden’ anlamıyla sebebin Türkçesi sanmış ve yazılarında kullanmaya başlamış. Bir iki örnek:

Durul (devlet) diye bir kişi mi vardır? O mu yapıyor tilcikleri? Yooo! Birkaç kişi var, o işle uğraşıyorlar, onların buldukları tilcikler de öne sürülüyor. Bunların içinde şu, ya bu eple (sebeple) beğenmediklerin varsa söylersin, sen başka bir tilcik öne sürersin.” (N. Ataç, Diyelim, İst.: Can Yay., 2000, s. 39)

“[Beğenilmeyen yapıtın] Anlaşılmamıştır değeri, yeniliği yüzünden anlaşılmamıştır, yargılayanların yetersizliği yüzünden anlaşılmamıştır, daha ne bileyim? bin bir eple (sebeple) anlaşılmamıştır. Olabilir, hepsi olabilir.” (N. Ataç, Günce 1956-1957, İst.: YKY Yay., 2000, s. 166)
Ataç ep’ten ‘sebep olmak’ anlamıyla eplemek diye bir de fiil üretmiş ve yeri geldikçe kullanmıştır.

Bu ep hikâyesi, G. Lewis’in Türkçeye “trajik başarı” diye çevrilen kitabının adında "catastrophic success" diye nitelediği “dil devrimi”nin ibretlik hadiselerindendir.

Birkaç not


► Ep meselesini daha önce (10 Mayıs 2009) kısa bir not halinde, “Ep” başlığıyla yazmıştım. Bu sefer tümüyle yeniden kaleme alındı, ilkine göre uzadı, örnekler, kaynaklar ve bu bölümdeki notlar eklendi.

► Asıl kaynağımız “dil devrimi”nin yılmaz savunucusu Ömer Asım Aksoy’un Dil Gerçeği (Ank.: TDK Yay., 1982, s. 65) adlı kitabı. G. Lewis de kitabında ep vakasını kısaca özetlemiş: Trajik Başarı: Türk Dil Reformu, İst.: Paradigma, 2007, s. 117-118 [The Turkish Language Reform: A Catastrophic Success, Oxford, 2000]. Türkçe baskının künyesinde "Kitabın Özgün Adı" yazılırken de bu catastrophic sıfatı her nedense hasır altı edilmiş.

► Yukarıdaki ilk örnek cümlemizde geçen durul’u ‘devlet’ karşılığı önerirken Ataç muhtemelen Fransızca  état 'devlet' kelimesinin aynı zamanda ‘durum, kondisyon’ anlamına gelmesini göz önünde tutmuştur. Yani bir tür çeviri ödünçleme (calque) denemesi olan öneriye neyse ki pek kimse yüz vermemiştir.

► Ataç ‘kelime’ karşılığı tilcik’i önerirken dilcik’in dilde yerleşmiş anlamları (bızır vd...) olduğu için kelime kökünün /t/ > /d/ gelişmesiyle çoktan aşılmış arkaik biçimini kullanmaya kalkışmıştır. Dinozorları yeniden üretmeye benzeyen bu zorlama, tin gibi benzer bazı öneriler dilde kendilerine az çok yer edinirken, neyse ki tutunamamış, Melih Cevdet Anday’ın Ataç’ın şablonunu tekrarlayarak türettiği ‘sözcük’ tilcik’i yerinden etmiştir. Hasan Eren, Ataç’ın sağlığında Türkçe Sözlük’te kerhen tutulan kelimenin ölümünden sonra yapılan ilk baskıda TDK'nın amiral gemisinden çıkarıldığını anlatır.

► Yılmaz Çolpan’ın Ataç’ın Sözcükleri (tilcikleri olmalıydı!) adlı kitabından (Ank.: TDK Yay., 1963) öğrendiğimize göre, Ataç sebep karşılığı ve yüz “tilcik”lerini de kullanmış (s. 96 ve 116). Tahmin etmek zor değil: İlki için < uçun’un ’u (yine bir dinozor!), diğeri de yüzünden’in yüz’ü. Örnek cümleler tahmin edileceği üzere içler acısı.

► Ömer Asım Aksoy, bu hadiseyi anlattığı yerde şöyle demiş: “Görülüyor ki Araplar, ‘ip’ ve ‘neden (sebep)’ kavramlarını aynı sözcükle belirtmeyi doğal bulmuşlardır. Oysa özleştirme akımının başladığı zamanlarda birisi çıkıp da ‘sebep’ yerine ‘ip’ diyelim, önerisinde bulunsaydı kıyamet kopardı. Şimdi de öyle ya!” Pes! Dilin yüzlerce yıllık gelişimi içinde, kelimelerin "kapsama alanları" arasında edebiyatıyla, bilimiyle, kültürüyle, sanatıyla, gündelik kullanımıyla, başka diller ve kültürlerle etkileşimiyle oluşan gelişmelerle gıdım gıdım gerçekleşen anlam kaymalarını tümüyle uyduruk, keyfi, mesnetsiz kelime imalatını aklamak için kullanacaksak neler neler olmaz ki? G. Lewis'in deyişiyle katastrofik sonuçlara yol açan da bu anlayıştır zaten. Gerçekten bu kadar pervasızlık karşısında insanın nutku tutuluyor. Aslında birileri bu zihniyetle, “durul” gücünü arkalarına alarak Türkçeye yalın kılıç ve körlemesine saldırıya geçmiş olmasaydı, böyle bir öneride bulunan kişiye herkes deli der, geçerdi. Ama Ataç’ın yukarıdaki alıntıda ilk bakışta ima edilir gibi görülenin aksine, iktidar bu kavgada kesinlikle tarafsız değildi. Aslında Ataç da bunu söylüyor. Beğenmiyorsanız yenisini uydurun ya da susun! Herkes yeni kelime uydurmakta özgürdür! Söylenen, söylenmekten öte dayatılan şey budur, çünkü diğer yollar resmen kapatılmıştır. Bu yüzden de aslında kıyamet kopması gerekirdi ama tek parti döneminin koşullarında o da pek olamadı. Tek tük cılız karşı çıkışlar bile “kıyamet” olarak değerlendirildiğine göre, varın gerisini siz düşünün.

3 Ekim 2013 Perşembe

Uluç

Ve Cezâ’ir Beğlerbeğisi Ali Paşa kapudan olmak fermân olunup,
"Kimse Uluç dimesün, Kılıç Ali yazsun" diyü buyuruldı.
Tarih-i Selanikî (haz. M. İpşirli, I, 84)


Uluç Ali Reis’in lakabına özenilerek, ancak anlamı kesinlikle bilinmeden ve olasılıkla Türkçe sanılarak günümüzde ad ve soyadı olarak kullanılan bu kelime görebildiğim kadarıyla bizim Osmanlıca sözlüklerde tek bir istisna dışında yer almıyor. (İstisnası için aşağıdaki “Meraklısına...” bölümüne bkz.) 19. yy sonu ve 20. yy başının başlıca sözlüklerinde (Lehce-i Osmânî, Kamûs-ı Türkî vs) yer almaması muhtemelen o dönemde kelimenin tümüyle kullanım dışı kalmasıyla ilgilidir. Bugün piyasadaki Osmanlıca sözlükler ise asıl olarak öncü nitelikteki o eserlere dayanan yığma sözlükler oldukları için kelimeyi atlamış olabilirler. Kelimenin 16-17. yüzyıllar Türkçesinde kullanıldığı anlaşılıyor. Ad ve soyadı olarak kullanıma tekrar girmesinin ise 1930’ların ortalarında gerçekleştiğini tahmin etmek zor değil (soyadı açısından daha erkeni mümkün değil zaten).

Dankoff’tan öğrendiğimiz kadarıyla Evliya Çelebi uluç’u birkaç kez kullanmış: “Kılıç Ali Paşa uluç ademisi olmagile lisanı Freng lehçesi imiş”, “Frengü’l-asl uluç taifesinden”...

Dankoff kelimeyi ‘kaba, köylü, yontulmamış’ diye tanımlamış ve Redhouse’a atıfla Ar. ‘ilc’in çokluk hali ‘ulûc’a  bağlamış. Aslında işaret edilen yerde (Redhouse, 1890, s. 1316) ‘ulûc değil, ‘ilc’in bir başka çokluk hali ‘ilece var ama anlamca aynı şey: ‘coarse, big, sturdy barbarian’ (kaba saba, bayağı, zevksiz, iriyarı, kuvvetli vahşi vs). Bu karşılık yanlış değil ama Evliya Çelebi’nin yukarıdaki cümlesini, yani ilk örneği bence tam anlamıyla açıklamıyor.

Evliya’da varsa Meninski’de de vardır, diyerek baktım, yanılmamışım. Meninski (1680, c. II, sütun 3313) madde başı ‘ilc’in çokluk biçimlerini (‘ulûc, ‘ilecet vd...) verdikten sonra, bazen yaptığı gibi kelimeyi sadece Latince açıklamış, diğer dillerde (Almanca, İtalyanca, Fransızca, Lehçe ve birçok durumda Türkçe, Farsça, Arapça) karşılıkları ne yazık ki vermemiş. Latincesiyle başa çıkmam mümkün değil ama yine de sözlük yardımıyla 'yabancı, dönme, eğitimsiz, yabani, kaba saba, cahil' (barbaris, proselytus vs), ayrıca 'eşek, yaban eşeği' (asinu, onager) karşılıklarını görünce doğru yolda olduğumu anladım. Nitekim Meninski sözlüğünün hayli geç tarihli Türkçe-İtalyanca versiyonunda (1832, s. 914) madde başı ‘ulûc’un Ar. ‘ilc’in çoğulu olduğu belirtildikten sonra, ‘proseliti’ (dönmeler, mühtediler) karşılığı, ‘ulûcî için de  ‘zulumkârler [böyle!] ve kâfirler’ (‘barbari, infedeli’) karşılıkları verilmiş.

Dankoff Redhouse yerine Evliya Çelebi’nin çağdaşı Meninski’ye başvurmuş olsaydı, yukarıdaki cümle daha iyi anlaşılabilirdi sanıyorum. Kılıç Ali Paşa, evet, köylüydü, kaba saba, yontulmamış filan biriydi, ama öyle olduğu için değil, besbelli, yabancı kökenli, Frengü’l-asl bir dönme olduğu için dili Frenkçeye çalıyordu (lisanı Freng lehçesi imiş), yani Türkçesi kıt, aksanı bozuktu. Gerçekten de Evliya Çelebi bu cümlenin devamında paşanın Türkçesiyle ve dini kültürünün sığlığıyla dalga geçen bir hikâye anlatır. (Bu hikâye Seyahatname'nin ilk basımında [1314/1896], fazla “sert” bulunmuş olmalı ki, yer almıyor!) Uluç Ali Reis, sonra Kılıç Ali Paşa, malum, İtalya’nın güneyindeki Calabria’nın bir köyünde doğmuş, gençliğinde Cezayir korsanlarına esir düşmüş, Müslümanlığı kabul ettikten sonra kaptan-ı deryalığa kadar yükselmiş ve bu atama sırasında II. Selim tarafından lakabı Kılıç’a çevrilmişti. (Paşanın doğduğu köyde hemşehrilerince dikilen büstünün fotoğrafı viki’de görülebilir.)

17. yy Türkçesindeki bu anlam herhalde bir asır önce, Uluç Ali Reis’in zamanında da üç aşağı beş yukarı aynıydı. Jean Deny, Kazimirski’ye atfen, Ar. ‘ilc’in (ç. ‘uluc[!]) ‘şişman ve kuvvetli eşşek(!); hareketlerinde kaba olan gayrimüslim veya dinsiz barbar’ demeye geldiğini yazıyor. (‘Eşek’ şeddeli ve ‘ulûc’un ikinci ünlüsü kısa, yani vav eksik. İlki kesin çevirmenin marifeti, muhtemelen ikincisi de!) Gerçekten de Francis Johnson sözlüğünde (1852) Arapça ‘ilc (ç. ‘ulûc, vs...) için şu karşılıkları veriyor: ‘A proselyte (either in a religious or a political light). An infidel, one of no religion. An ass, the onager (especially fat and strong). Rough, fierce. A cake with a thick edge.’ Demek ki, ‘mühtedi, dini ya da siyasi dönme (yani din ya da uyruk değiştirenler için kullanılabilir); dinsiz imansız, kâfir; (özellikle şişman ve güçlü) eşek, yaban eşeği; kaba saba, vahşi; bir tür kek, pasta.’

Pasta bir yana, yukarıdaki karşılıklardan hangisini evladınıza yakıştırırdınız?

H. Şehsuvaroğlu İslam Ansiklopedisi’nin “Kılıç Ali Paşa” maddesinde (VI, 679 vd) şöyle yazmış:

“Şimâlî Afrika sularında müslüman ve hıristiyan ticâretine karşı şiddetle hareket eden ve araplığa nisbeti olmayan korsanlar öteden beri umûmiyetle uluç nâmı ile anılmıştır. Hasan ve Câfer Paşa’lar gibi, Ali’nin de uluç zümresine katıldığı anlaşılmakladır.”
Türkçede başka birçok örneği olduğu gibi (şaki/eşkıya, tacir/tüccar...) besbelli ‘ilc’in de çokluk hali bir zümreyi adlandırırken, zamanla o zümreye mensup tek tek kişiler için de kullanılmaya başlanmış. Her durumda uluç’un övgü dolu bir lakap olmadığı, tersine aşağılama içerdiği çok açık. II. Selim kaptan-ı deryasının bu lakabı taşımasını şüphesiz bu yüzden istememiştir. Belki korsanlar kendilerini daha da ürkütücü gösterecek böylesi lakaplardan çok da rahatsız olmuyorlardı, ama ortada (sözgelimi yavuz örneğinde olduğu gibi)  bir anlam iyileşmesi filan da yoktur.

Gel gelelim TDK’nın evlere şenlik Kişi Adları Sözlüğü bu adı da “saygın” kılmak için, huyu kurusun, desteksiz atmaktan çekinmemiş. Sözlüğe göre bu ad Türkçe kökenliymiş ve “Yüce, saygın kimse” anlamına gelirmiş. Yahu, bu kelime Türkçe kökenli olsaydı, tarihi ya da modern Türk dilleri ve lehçelerinin herhangi birinde, yerel ağızlara dair bir sözlükte olsun, görülmez miydi? Yok, olmadığı için de belli ki Türkçe ulu/ulı ‘zengin, ağır, çok büyük, saygın’ (Tarama Sözlüğü) < ulug sözünden hareketle anlam icat etmişler. Peki, sondaki ne oluyor? Geçerken mi uğramış oraya? Bari ona da bir anlam yükleseydiniz de işlevsiz kalmasaydı gariban. Eğer bu bildiğimiz küçültme eki -ç ise, uluç ‘ulucuk’ mu oluyor acaba, hani “küçük dev adam” gibisinden bir şey?

Bu Kişi Adları Sözlüğü, Güneş Dil Teorisi zamanlarını saymazsak, TDK’nın en seviyesiz işlerinden biri. Hiç utanmadan nasıl internet üzerinden kullanıma açabildiklerini ve halen açık tutmaya devam edebildiklerini anlamıyorum. Daha önce (diğer mekânda) birçok örnek vermiştim bu rezaletle ilgili, daha da vereceğim kesin. İnsanların, tıpkı Kuran’da geçen olumsuz anlamlı ya da asla kişi adı olamayacak kelimeleri (ör. aleyna < Ar. ‘aleynâ ‘üzerimize, hakkımızda, bizim üzerimize olsun’) çocuklarına ad diye taktıkları gibi, Uluç Ali Reis’in lakabını matah bir şey sanarak bu adı çocuklarına verdikleri ya da soyadı olarak aldıkları besbelli. TDK’nın anlam güzellemesiyle insanları teselli etmek, yani onları kandırmak gibi bir görevi olduğunu, daha doğrusu olması gerektiğini sanmıyorum.

Son bir not: Kâşgarlı Mahmud’da iki yerde geçen, Besim Atalay’ın vaktiyle ulıç diye okuduğu, ancak hem Clauson, hem Dankoff, hem de Talât Tekin’in olıç diye okudukları, büyük olasılıkla, Clauson’un belirttiği gibi oğul kelimesiyle ilgili olan Karlukça bir kelime var, ama bunun konumuzla hiçbir ilgisi olamaz: olıç ‘çocuklara sevgi bildirmek için kullanılan bir ilgeç’. olıcım ‘sevgili oğlum’ ve kazgan olıç tüzünlük ‘oğlum iyi huy kazan’ (Dankoff-Kelly yayını, s. 355 ve 420.) TDK’nın son dönemlerdeki bir diğer yüz kızartıcı yayını olan Tuncer Gülensoy’un etimoloji sözlüğünde (II, 965) Besim Atalay’ın okuyuşuyla (ulıç) kabul edilen bu kelimenin bizim uluç’un kökeni olduğu ileri sürülmüş, ama bu iddianın iler tutar yanı yok.

Aslında Kılıç Ali Paşa’yla ilgili anlatacak hikâyelerim vardı, ama yazı çok uzadı, artık bir başka sefere...

Meraklısına...

 

► Jean Deny, Sarı Selim tarafından (kendisi “Muhteşem Süleyman tarafından” diyor!) paşanın Uluç’luktan Kılıç’lığa terfi ettirilmesini, nadir diye nitelediği “/u/ > /ı/ değişikliği”ne örnek olarak gösteriyor. Bir başkası yazmış olsaydı rahatlıkla “göstererek saçmalıyor!” diye bitirirdim cümleyi. Paşanın yeni lakabı belirlenirken bugün din değiştirip Müslüman olanlara (hatta Müslüman olmadan TC vatandaşlığına geçenlere tümüyle keyfi bir uygulamayla) Müslüman adı verilirken yapıldığı gibi, yeni lakabın eskisine sesçe benzemesi gözetilmiş olabilir ama burada etimolojiyle ilgili seslik bir gelişme yok elbette. Uluç → Kılıç örneğinde /u/ > /ı/ değişikliği varsa, önseste de /k/ türemesinden mi söz edeceğiz? Her neyse, belki ben anlamamışımdır da vardır üstadın bir bildiği! (Bu pek nadir /u/ > /ı/ gelişmesiyle ilgili olarak Deny’nin, gerçekten son derece saygın Fransız Türkoloğun aynı yerde verdiği ilk örnek olan uruk > ırk seslik bakımdan daha iyi bir örnek olabilirdi belki, doğru düzgün bir etimolojiye dayanıyor olsaydı tabii!)
Jean Deny, Türk Dili Gramerinin Temel Kuralları (Türkiye Türkçesi), çev. O. Şahin, Ankara: TDK Yay., 1995, s. 68 (§ 89).

► Mertol Tulum’un 17. Yüzyıl Türkçesi ve Söz Varlığı (Ankara: TDK Yay., 2011) adlı olağanüstü emek ürünü kitabında, eserin ikinci bölümü bütünüyle Meninski sözlüğünün dizini niteliğindeki Latince-Türkçe sözlük biçiminde düzenlenmiş olan Onomasticum adlı ek ciltte yer alan malzemenin işlenmesiyle oluşturulmuş gayet zengin bir sözlük olduğu halde, ‘ilc ve ‘ulûc/uluç yok. Yazarın belirttiğine göre (s. 207-208), sadece Latince karşılığı olan, karşısında Türkçe, Farsça, Arapça eş ya da yakın anlamlısı bulunmayan kelimeler bu yayına alınmamış. Keşke onlar da eksik kalmasaydı...

► Arapça ‘ilc’in aynı anlamlarla Farsçaya da geçtiği anlaşılıyor: ‘An ass; the wild ass or onager; an infidel, one of no religion; rough, fierce’ (Steingass, 1892, s. 862).

► Mehmet Kanar, Arapça-Türkçe Sözlük, İstanbul: Say, 2012, s. 1241: ilc (ç. ulûc) ‘1. eşek. 2. yaban eşeği. 3. iriyarı insan. 4. kâfir.’ Aynı yazarın iki ciltlik Osmanlı Türkçesi Sözlüğü’nde (İstanbul: Say, 2009, II, s. 3571), pek iğreti şekilde duruyor da olsa uluç ‘kaba, köylü, yontulmamış’ var. Yukarıda Osmanlıca sözlüklerle ilgili bahsettiğim istisna bu. “İğreti”den kastım ise şu: M. Kanar kelimenin kökeni konusunda kararsız kaldığı için olmalı, sözlüğünün sistematiği dışına çıkıp, uluç’un hem hangi dilden olduğunu belirtmemiş, hem de Arap harfleriyle yazımını göstermemiş (Arapça imlasıyla kelimede ayın var çünkü: ayın lam vav cim). Karşılık olarak ise Dankoff’un S. Tezcan çevirisiyle yukarıda verdiğim (bence eksik) tanımını aynen aktarmış. Burada tuhaf bir durum var: Sanki yazar, Dankoff’un Redhouse göndermesine ve kendi Arapça sözlüğündeki ulûc karşılığına rağmen, belki de Uluç Ali Reis’e saygısından ötürü, kelimeyi “öksüz” (öksüz, çünkü Arapça bağlantısını kabul etmeyince kelime kökeni ve anlamıyla boşlukta kalıyor) ve “iğreti” bırakmayı tercih etmiş gibi görünüyor. Neyse, şimdi uzatmak istemiyorum, ama sözlükçülük konusunda ileride bir şeyler yazmak istiyorum.

► Buradaki kaynakların ve metnin içinde geçip de yeri yurdu açıkça belli olanların dışında daha açık belirtilmesi gerekenler şunlar:
Gerard Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish, Oxford, 1972, s. 128.
Robert Dankoff, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi Okuma Sözlüğü, katkılarla İngilizceden çev. Semih Tezcan, İstanbul: YKY, 2008, s. 231.
Tuncer Gülensoy, Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü, Ankara: TDK Yay., 2007, c. II, s. 965.
Francis Johnson, A Dictionary, Persian, Arabic and English, Londra, 1852, s. 870c.
Mahmûd el-Kâşgarî, Dîvânü Lugâti’t-Türk, yay. haz. R. Dankoff - J. Kelly, çev. ve düzenleme: S. T. Yurteser - S. Erdi, İstanbul: Kabalcı, 2007, s. 355 ve 420.
Talât Tekin, XI. Yüzyıl Türk Şiiri, Ankara: TDK Yay., 1989, s. 132, 198 ve dizin.

► Yazıyı buraya yerleştirdikten sonra bir başka “icat” daha keşfettim. Önder Şenyapılı, Sermet Muhtar Alus’un İstanbul Kazan Ben Kepçe’sinden (İstanbul: İletişim, 1995, s. 159) aktarmış, ben de ondan aktarıyorum: “Ahmet Mithat Efendinin kanaatine göre ‘uluç’ kelimesi ‘olmak’tan, yani mevlud manasına imiş.” (Ö. Şenyapılı, Her Sözcüğün Bir öyküsü Var, Ankara: METU Press, 2003, s. 309) Tam hace-i evvel’e yaraşır bir icat! Ayrıca ve daha önemlisi, o dönemde kelimenin bütünüyle unutulmuş olduğunun kesin, su götürmez bir kanıtı!

20 Eylül 2013 Cuma

Başlarken...

Daha önce malum "sözlük"te yazdıklarımı sırtlanıp sanal âlemden ayrılmıştım; hatırlayanlar vardır. Şimdi o eski paylaşımların işe yarar olanlarını aynen ya da gözden geçirerek, gerekirse yeniden yazarak, mümkünse yeni malzemelerle zenginleştirerek, tabii yeni yazacaklarımla birlikte burada yayımlamak istiyorum. "İşe yarar eskiler"in güncel konulara değinenler arasından çıkmayacağı, öncelikle etimoloji, tarih ve edebiyatla ilgili olacakları açık. Eskilerden birini yayımlıyorsam bunu altında, üstünde bir yerde not edeceğim.
Şu sıralar bilgisayarımda bazı sorunlar olduğundan başlamam gecikebilir, ama az kaldı.
Yakında görüşmek üzere...