26 Kasım 2013 Salı

Thomsen’in kitabı İstanbul’a nasıl geldi?

Orhon yazıtlarının Türkiye’deki ilk yayını, bilindiği gibi 1925’te Necip Asım’ca gerçekleştirilmiştir. Aslında Şemseddin Sâmi Fraşeri daha önce Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarını Osmanlı Türkçesine aktarmış, ancak V. Thomsen’in bu yazıtlarda kullanılan runik alfabeyi çözmesinden sadece 10 yıl sonra, 1903’te tamamladığı bu eseri ne yazık ki bastırmamadan 1904’te vefat etmişti.

Ş. Sâmi ve Necip Asım’ın yazıtlarla ilgili çalışmalarını yeni harflere aktaran Mustafa Balcı (Orhun Yazıtları: Türkçedeki İlk Çalışmalar, Konya: Çizgi K., 2011), “Bilindiği gibi Orhun Abideleri kitap olarak İstanbul’a ilk kez Stockholm’deki Müsteşrikler Kongresi’ne katılan Ahmed Midhat Efendi tarafından getirilmiştir. Bu kongrede Orhun Abideleri adlı çalışmasını bizzat W. [‘V’ olacak] Thomsen Ahmed Midhat Efendi’ye hediye etmiştir” dedikten sonra, Ş. Sâmi’nin yazıtlar üzerinde çalışırken hem Thomsen’in hem de Radloff’un kitaplarından faydalandığını belirterek, “Thomsen’in kitabının Ahmed Midhat Efendi tarafından getirildiği ve Necip Asım Bey vasıtasıyla Ş. Sami’ye ulaştırıldığı bilinmekle beraber Radloff’un çalışmasının hangi yolla İstanbul’a ulaştığı konusunda elimizde bir veri bulunmamaktadır” demektedir (s. 29).

M. Balcı’nın kaynağı A. S. Levend’in Şemsettin Sami biyografisidir. Bakalım o ne demiş?

Necip Asım, yazısında “Orhun Kitabeleri” hakkındaki Thomsen’ın eserini de Sami’ye getirdiğini, bu kitabı, vaktiyle Stockholm müsteşrikler kongresine delege olarak giden Ahmet Mithat’a Thomsen’ın armağan ettiğini, Mithat’ın da kendisine verdiğini, bunun alfabe bölümünü çevirerek En Eski Türk Yazıları adıyle İkdam külliyatı arasında bastırdığını söylemektedir.
(Agâh Sırrı Levend, Şemsettin Sami, Ank.: TDK Yay., 1969, s. 97-98)

Levend’in kaynağı Necip Asım’ın Türk Tarih Encümeni Mecmuası’nda çıkan bir yazısıdır. Peki o ne demiş?

Köse Raif paşanın oğlu Fuat beyde Radlof'un bütün eserleri vardı. Kudatkubiliği aldık birlikte Sami beyin ziyaretine gittik. Ben de yanıma vaktile Türk murahhaslığı sıfatile İstokholm müstaşrikler kongrasına giden merhum Ahmet Mithat efendinin bana verdiği Orhon kitabeleri hakkındaki kitabı birlikte götürdüm. Bu kitabı, o kitabeleri halleden M. Tomsen Mithat efendiye hediye etmiş idi. Efendi bunun ehemmiyetini takdir etmemiş olacak ki bana vermeye kıymıştı. Ozaman bunun tercümesine imkân olmadığından “En eski Türk yazıları” deye elifba kısmını tercüme ederek İkdam vasıtasile “Girit felâketzedelerine” iane eylemiş idim. Sami bey bunu pek ziyade beyendi ve uğraşmaya karar verdi. Fuat beyden de Radlof’un tercümelerini aldı, ikisinden istifade ederek kendisince bir eser vucüde getirdi.
(Necip Asım, “Ş. Sami”, Türk Tarih Encümeni Mecmuası, Eylül-Teşrinisani 1929, baskı tarihi: 1930, yeni seri, sayı 2, s. 32)

Kulaktan kulağa aktardıkça hikâye değişmiş. Necip Asım da, A. S. Levend de kitabın kongrede bizzat Thomsen tarafından A. Midhat’a hediye edildiğini yazmamışlar. Belki ima etmişler, ama açıkça böyle söylememişler. Ahmed Midhat ile Thomsen bir ihtimal kongrede tanışmış olabilirler. Tabii Thomsen o kongreye gittiyse... Söz konusu 8. Müsteşrikler (oryantalistler, şarkiyatçılar, doğubilimciler) Kongresi Stockholm’de Ağustos 1888’de toplanır ve Ahmed Midhat Efendi kongreye resmen Osmanlı delegesi olarak katılır (İA, I, 186a; EI², I, 289b). Thomsen’in kitabı ise 1896’da yayımlanır, yani tam 8 yıl sonra. Kitabın bizzat yazarı tarafından A. Midhat Efendiye kongrede hediye edilmiş olması maddeten mümkün değildir. Thomsen o tarihte daha alfabeyi bile çözmemiştir. Bilindiği gibi Thomsen bu büyük buluşunu Danimarka Bilimler Akademisi’nin 15 Aralık 1893 tarihli oturumunda ilan edecektir.

Belki Thomsen kitabı çıkınca bir nüshasını İstanbul’daki Hâce-i Evvel’e bir şekilde göndermiş olabilir, ama kongrede veya A. Midhat’ın 3,5 ay kadar süren Avrupa seyahati sırasında bir yerlerde karşılaşarak bizzat kendisine vermiş olması kesinlikle söz konusu olamaz. Aslında Thomsen’in o kongreye katıldığını da pek sanmıyorum. O tarihlerde muhtemelen Türkçe bile bilmemektedir ve çalışmaları daha çok Fince üzerine yoğunlaşmıştır. Yine de birçok dil bilen meraklı biri olarak Stockholm’e uğramış olabilir tabii... Hasan Eren’in yabancı Türkologlar üzerine çalışmasından öğrendiğimiz kadarıyla Thomsen 11 yıl sonra 1897’de toplanan 11. Doğu Bilimleri Kongresi’ne katılmış ve Uygurcadaki ünsüz sistemi üzerine bir bildiri sunmuştur (Hasan Eren, Türklük Bilimi Sözlüğü: I. Yabancı Türkologlar, Ank.: TDK Yay., 1998, s. 315). Ancak A. Midhat da bu kongreye gitmemiştir.

Radloff’un kitabının Ş. Sâmi’ye nasıl ulaştığı da Necip Asım’ın yukarıdaki alıntısında açıklığa kavuşuyor.

Tavzih

Bu kısa notu yukarıdaki tarihten anlaşıldığı gibi Kasım 2013’te yazmışım. Daha önce varlığından haberdar olmadığım söz konusu kitabı da bir iki gün önce Kabalcı’dan satın almıştım. Ancak bu gün (23 Aralık 2014) fark ettim ki Aysu Ata, benden çok daha önce, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkoloji Dergisi’nde (19/1, 2012) bu meseleyi ve daha fazlasını yazmış ki o makale daha da önceki bir tarihte II. Uluslararası Dil ve Edebiyat Araştırmaları Sempozyumu’nda (21-23 Kasım 2011, Ankara) bildiri olarak sunulmuş. O derginin içindekilere daha önce internetten göz atmış olmalıyım, ama muhtemelen yazının başlığı yüzünden dikkatimi çekmemiş: “Günümüzde Türkoloji Öğretiminin İçinde Bulunduğu Sorunlar”. (Gerçekten çok ama çok genel bir ifade bu ve “akademik diplomasi”nin gereklerini bilmem ama yazının içeriğiyle de hiç uyumlu bir başlık değil bence.)

Neyse sağlık olsun. Prof. Dr. Ata’nın yazısına şuradan ulaşabilirsiniz.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Seciye Demişken: Tahsin Yücel - Attilâ İlhan

7 Mart 1982 tarihli Milliyet ekinde Attilâ İlhan ile yapılmış bir söyleşi yayımlanır: “Dili bir çıkmaza saplamışızdır!...” Tahsin Yücel 20 Mart 1982 tarihli Cumhuriyet’te cevap verir. Tarihe dikkat! 12 Eylül faşizminin en karanlık günlerindeyiz.

Tahsin Yücel, kendi deyişiyle, “yurdumuzda bölücülüğün kötü bir çıban gibi uç verdiği ve kimi çevrelerden sinsice destek gördüğü bir dönemde” Attilâ İlhan’ın nasıl “bölücülük” yaptığını tam bir “sayın muhbir vatandaş” sorumluluk bilinci içinde darbeci paşalara hatırlatır, hem de tepeden tırnağa ırkçı bir dille. “Bugün [evet, o gün!], ulusçuluk anlayışı öne çıkarıldıktan [özne?] sonra, ‘tek yurt, tek halk, tek dil’ ilkesini savunuyor” diye tutarsızlığını yakaladığı Attilâ İlhan’ı, partiler kapatılmışken [özne?] “bütün ulusa mal olmuş bir devrimin [duy da inanma!] ‘siyasal bir partinin sloganı’ olduğunu ileri sürerek yapışılacak yakalardan söz ediyor” diye, yavuz hırsız misali, suçlamaktan da geri kalmıyor. Bu arada, Attilâ İlhan’ın tam bir ‘Beyaz Türk’ edasıyla Arap yerine ‘Fellah’ deyişine ve ‘şerefimiz’ olan şeyin, yani Kürdün Kürtçe, Lazın Lazca, “Fellah”ın Arapça konuşmasının aynı zamanda ve her nasılsa ‘suçumuz’ olduğunu ekleyişindeki kıvraklığa dikkatinizi çekerim.

İşte “çağcıl” (“ulusalcı” diye okuyun) Türk aydınının seviyesini, seciyesini, cibilliyetini ve daha daha nelerini açık eden sıradan ve öylesine denk gelen birkaç satır:

«Attilâ İlhan, yazısının sonunda, “Dilin kemiği yoktur derler ya, yalan!” diye kesip atıyor, ama görüşünü kendisi için de geçerli saymak kolay görünmüyor. Öyle ya, bundan tam on yıl önce, yani yurdumuzda bölücülüğün kötü bir çıban gibi uç verdiği ve kimi çevrelerden sinsice destek gördüğü bir dönemde, Hangi Batı adlı kitabında, o her zamanki çok bilmiş autodidacte ağzıyla, “Din birliği, dil birliği, cart curt, falan filan... Yok efendim yok. Eğer Kürt kürtçe, Laz lazca, Fellah arapça konuşuyorsa, bu bizim hem şerefimiz hem suçumuz”, diye yazıyor, kimi Batı ülkelerinde başlayan küçük soy dillerini öne çıkarma eğilimini parlak bir örnek gibi göstererek Türk Dil Kurumu’nu bundan ders almaya çağırıyordu; bugün, ulusçuluk anlayışı öne çıkarıldıktan sonra, “tek yurt, tek halk, tek dil” ilkesini savunuyor; gene bugün, siyasal partiler kapatıldıktan sonra, bütün ulusa mal olmuş bir devrimin “siyasal bir partinin sloganı” olduğunu ileri sürerek yapışılacak yakalardan sözediyor.

Bu “kemiksiz dil”, bu dans adımları, bir süre için bir autodidacte’ı bir televizyon yıldızına dönüştürebilir, ama ne Atatürk’ün düşüncelerini ters yüz etmeye yeter, ne Atatürk devrimlerini yolundan saptırmaya.»
Tahsin Yücel, Tartışmalar, İst.:YKY, 1993, s. 78-79