9 Ocak 2020 Perşembe

Nihayet Eksiksiz Bir Schopenhauer Çevirimiz Oldu (mu?) ya da “Hegel’in Kıç Bilgeliği” ve Leibniz’in “Felsefe Politikacılığı”

Schopenhauer’in çetrefil adlı kitabı Parerga ve Paralipomena’nın Türkçe çevirisinin ilk cildi geçtiğimiz yılın sonlarında yayımlandı (Parerga ve Paralipomena: Yan Çalışmalar ve Ekler, c. I, çev. Gürkan Başay ve Murat Kaymaz, Bilimsel Redaksiyon: Prof. Dr. Milay Köktürk, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2019, 462 s.). Değişik konularda uzunlu kısalı farklı yazılar, değini ve denemelerden oluşan eserin birçok bölümü daha önce Türkçeye çevrilmişti. Bu kez çevirmenlerle birlikte, yayınevi (arka kapak tanıtımında) ve belli ki yayıncıların bilgilendirmesiyle kitaba “Kısa Bir Ön Söz” yazan Schopenhauer-Gesellschaft’ın başkanı Matthias Koßler, Schopenhauer’in herhangi bir eserinin tam metin olarak ilk defa Türkçeleştirildiğini, devamının da geleceğini müjdeliyorlar.

Gerçekten de Türkçede Schopenhauer’in böyle garip bir kaderi var. Oysa görebildiğim kadarıyla lise öğrencilerine varıncaya kadar meraklısı çok. İlgi çok yeni de sayılmaz. Evet, son yıllarda ilginin bariz ölçüde arttığı doğrudur, ama Ahmed Midhat Efendi’nin Şopenhaver’in Hikmet-i Ceridesi adlı eseri Tercüman-ı Hakikat’te tefrika edildikten sonra risale halinde 1304/1886’da basılmış. Üstelik “Hace-i Evvel”, anlaşıldığı kadarıyla, Osmanlı münevverlerinin tümden bihaber oldukları Avrupalı bir “garabet”ten bahsetmemiş. Aksine, Schopenhauer’in “yeni felsefe”sini gençler açısından muzır bulduğu için eleştirme, mahkûm etme gereğini duymuş. Schopenhauer’in beklediği şöhrete ancak hayatının sonlarında, özellikle de “Parerga” ile eriştiği düşünülürse, Osmanlı aydınlarının “Avrupa modası”nı, “ikinci elden” de olsa, öyle çok da geriden izlemedikleri anlaşılır.

Şopenhaver’in Hikmet-i Ceridesi’nden 130 küsur yıl ve “Parerga”nın ilk basımından (1851) neredeyse 170 yıl sonra da olsa birilerinin Schopenhauer’in bir eserini eksiksiz olarak Türkçeye kazandırmak için kolları sıvaması elbette sevindiricidir. Peki, basılan ilk cilt bu “eksiksiz tam çeviri” vaadini karşılıyor mu? Sonda söyleyeceğimi başta özetleyeyim: Ne yazık ki elimizde eksikli ve amatörce bir çeviri taslağından başka bir şey yok. 

Çevirmenlerimiz kitabın başında, “Tercüme Hakkında” başlığı altında ülkemizdeki felsefi tercüme işinin hal-i pürmelalinden bahsedip, kendilerince çıkış yoluna işaret etmişler:

“… önemli düşünürlerin tercüme edilmeleri hususunda kurumsal bir yaklaşımdan söz edilemediği, üniversitelerin ve ilgili uzmanların tercüme süreçlerinde aktif rol almalarının mümkün olmadığı, külliyat halindeki eserlerin ekip çalışmalarıyla ele alınamadıkları bir düzende bu tür eserlerin tercümeleri doğal olarak kişisel gayretlerle mahdut kalmaktadır. Hal bu iken eldeki tercüme parçalarını eleştirmek, yermek bir yana, ferdî gayretlerinden ve düşünürleri bir biçimde Türk okurlarıyla tanıştırdıklarından dolayı söz konusu mütercimlere teşekkür etmemiz gerekir. Ne var ki gerçek teşekkür, açılan yolları daha ileriye götürmek gayretiyle asıl anlamını bulur.”

Çok da gizlenmeye çalışılmayan büyüklenme, alttan alta sırıtan böbürlenme, sözüm ona “hoşgörücü” bir eda ile birlikte dillendirilince daha da rahatsız edici olmuyor mu?

Bakalım, kurumsal ve kurumlu mütercimlerimiz açılan yolları daha ileriye götürmek için neler yapmışlar? Sadece kitabın ilk yazısını okudum, ama bu sorunun cevabını bulmak için yetti de arttı bile. En baştan başlayalım…

İlk yazının özgün başlığı, “Skizze einer Geschichte der Lehre vom Idealen und Realen”. Ötüken neşrinde başlık şöyle: “İdeal ve Realite Teorilerinin Tarihi Üzerine Bir Taslak” (s. 15). Öncelikle, niye “öğreti” (die Lehre) veya isterseniz “doktrin” değil de “teori”, hatta “teoriler”? Kurumsal mütercimlerimiz ve çok sayın Prof. Dr. bilimsel redaktörümüz, öğreti ile teoriyi bir ve aynı mı kabul ediyorlar, yoksa daha kitabın ilk satırında Schopenhauer’i “düzelterek” kimin patron olduğunu ya da “üniversitelerin ve ilgili uzmanların tercüme süreçlerinde aktif rol almalarının” ne demeye geldiğini hepimize göstermek mi istiyorlar? Ayrıca neden “gerçek” değil de “realite” (= gerçeklik)?

Yeri gelmişken, kitabın başındaki bu yazının daha önce yayımlanmış eli yüzü düzgün bir Türkçe çevirisi var: “İdeal ve Gerçek Öğretisinin Bir Tarih Taslağı” (Arthur Schopenhauer, İdeal ve Gerçek: İdealizmin ve Gerçekçiliğin Kısa Tarihi, çev. Ahmet Aydoğan, İstanbul: Say Yayınları, 2018, ilk baskı: 2015, s. 49-96). Karşılaştırma amaçlı olarak kullanacağım İngilizce çeviride (Arthur Schopenhauer, Parerga and Paralipomena, c. 1, çev. E. F. J. Payne, Clarendon Press, Oxford University Press, 1974; yeniden basım 2001) ise yazının başlığı şöyle: “Sketch of a History of the Doctrine of the Ideal and the Real” (s. 1). Onlar da üniversite, ama anlaşılan bizimkiler kadar “hâkim” değiller meseleye!

Her neyse, gelelim ilk cümleye. Metindeki atlamalar hemen ilk cümlede başlıyor. Kitabın ilk baskısında olmayıp yazarın ölünceye kadar (1860) yaptığı ve vasiyeti gereği ikinci baskıya (1861) eklenen çok sayıda iyileştirme ve notlar görebildiğim kadarıyla hiç çevrilmemiş. (Dediğim gibi sadece ilk yazıyı okudum.) Bu tasarrufun makul bir açıklaması olamaz. Çevirmenler ya da yayıncı, bu eklerin “tam ve eksiksiz” olma iddiasındaki bu çeviride neden yer almadığını okurlara açıklamak zorundaydılar. Hiçbir açıklama yapma gereği duymadan bu önemli ekleri silip atmak, sonra da yayının tam ve eksiksiz olduğunu ileri sürerek okuru yanıltmak, ciddi yayıncılık ilkeleriyle nasıl bağdaşabilir?

İlk cümleye geri dönelim: İlk cümle hem yanlış çevrilmiş, çünkü “kurumsal mütercimlerimiz” uzun olsa da aslında çok yalın olan cümleyi anlayamamış, hem de belirttiğim gibi ikinci baskıya eklenen yan cümle görmezden gelinmiş. Atlanan kısım daha net gözüksün diye ilk cümleyi aşağıya aktarıyorum:

„Kartesius gilt mit Recht für den Vater der neuern Philosophie, zunächst und im Allgemeinen, weil er die Vernunft angeleitet hat, auf eigenen Beinen zu stehn, indem er die Menschen lehrte, ihren eigenen Kopf zu gebrauchen, für welchen bis dahin die Bibel einerseits und der Aristoteles andrerseits funktionirten; im besondern aber und engern Sinne, weil er zuerst sich das Problem zum Bewußtseyn gebracht hat, um welches seitdem alles Philosophiren sich hauptsächlich dreht: das Problem vom Idealen und Realen, d. h. die Frage, was in unserer Erkenntniß objektiv und was darin subjektiv sei, also was darin etwanigen, von uns verschiedenen Dingen, und was uns selber zuzuschreiben sei.“

Yukarıdaki alıntının bold olan kısmı ikinci baskıya (1861) eklenen ve gayet tabii A. Aydoğan çevirisinde ve Oxford çevirisinde yer alan, ama çevirmenlerimizin görmezden geldiği kısım. Çeviride ne İncil’den ne de Aristoteles’ten bahis var. Cümlenin geri kalan kısmını da parçalara bölerek (buna ilke olarak elbette itiraz edilemez) aktarmaya çalışırken tam anlamıyla saçmalamışlar: 

“Cartesius haklı olarak yeni felsefenin babası kabul edilir. Çünkü o felsefe yapmak için gerekli olan ve ihtiyaç duyulan bilinç konusunu öncelikli problem ilan etmişti. İşte bu idealin ve gerçekliğin problemidir…” 

(Cümlenin ilk kelimesi Cartesius, Descartes’ın Latince söylenişi. Oxford ve Say çevirileri “Descartes” demekten çekinmemişler, ama çevirmen ve redaktörlerimiz herhalde yazara ve okura, belki bu arada Google’a hürmetlerinden olsa gerek, malumu ilam etmek yakışıksız kaçar diye, bunu bir dipnotla veya geçtiği ilk yerde parantez içinde açıklama gereği duymamışlar. Az ileride, yine ilk yazımız dahilindeyiz, bir Bako geçiyor (s. 26) ki kendisi bildiğimiz Bacon oluyor ve tabii yine bir açıklama yok.)

Schopenhauer atlanan kısım dışında --mealen ve kısaca özetlersek-- diyor ki, Descartes haklı olarak yeni felsefenin babası sayılır, çünkü felsefenin o günden beri çevresinde dönüp durduğu ideal ve gerçek probleminin bilince çıkmasını ilk kez o sağlamıştır. Çevirmenlerimiz herhangi bir lise hazırlık sınıfı öğrencisinin kolayca çözebileceği bu cümleyi, ideal ile gerçek ayrımı meselesinin ilk kez Descartes sayesinde bilince çıktığı veya A. Aydoğan’ın çevirisiyle bu meseleyi ilk kez fark etmemizi onun sağladığı ifadesini hiç anlamamış ve Cartesius’un bilinç konusunu öncelikli problem ilan ettiği için yeni felsefenin babası sayıldığını yazıvermişler. Gerisi de başladığı gibi darmadağınık ve anlaşılmaz şekilde öylece gidiyor. (Cümlenin tam çevirisi için Say çevirisinde s. 51'e, Oxford çevirisinde s. 3’e bakınız. Tabii öncelikle siz bir göz atıverin lütfen sevgili kurumsal mütercim kardeşlerim ve siz editör-redaktör ekibinin muhterem mensupları.)

Son derece basit cümleleri öylesine yanlış anlamışlar ki mütercimlerimiz, garibim Schopenhauer herhalde mezarında ters dönmüştür. İşte ilginç bir örnek: 

“… Bu konuyla ilgili sayfa 69’da, Schelling üzerine saf bir yorumda bulunmuştum: …” (s. 36)

Oysa özgün metin şöyle:

„Für unsern Gegenstand bezeichnend und gar naiv ist im angeführten Buche Schellings noch die Stelle S. 69…“ 

Schopenhauer kendinin değil Schelling’in zikredilen kitabının 69. sayfasında bulunan, konumuz bakımından manidar ve gayet toyca bir pasajdan bahsediyor. (A. Aydoğan çevirisiyle (s. 91): “Schelling’in yukarıda anılan kitabının 69. sayfasındaki pasaj da konumuz açısından önemli ve gayet çocuksudur.” Bu da Oxford çevirisi (s. 26): “Significant for our subject, and very naïve, is the passage on the page 69 of Schelling’s, above-quoted book: …) 

Akademyayı temsilen işin erbabı olma çalımıyla, “bu iş bizden sorulur” kurumu ve edasıyla “tercüme süreçlerinde aktif rol” alan “uzman” mütercimlerimiz (ki biyoloji mezunu olan biri Schopenhauer üzerine doktora çalışmasını sürdürürken, diğeri de “yabancı dil alanında eğitmen olarak çalışmakta” imiş) ile çeviriye katkıda bulunan diğerleri (editörler, büdütörler…) Schopenhauer’in budalaca bulduğu pasajı ona mal ederek, konuya ne denli hâkim olduklarını göstermişler. Çeviri işinde bundan beter ne olabilir, bilmiyorum. Schopenhauer’in üniversitenin felsefeye tasallutuna dair yazdığı, doğrusu biraz da kantarın topuzunu kaçırdığı zehir zemberek yazılar bile bu ibretlik çeviri karşısında çok ama çok hafif kalır. Hegel ya da Kant’ın değil, açık seçik yazmakla haklı olarak övünen birinin kurduğu bu denli basit bir cümleyi anlamamak, herhalde ancak “uzman” kibriyle mümkündür.

(Üniversiteden çok kaliteli çevirmenler/çeviriler de çıktığı doğrudur. Akademyayı külliyen karalamanın âlemi yoktur, ama herkes haddini bilmelidir!) 

Schopenhauer felsefe tarihinin edebi yönü kuvvetli sayılı düşünürlerinden Platon, Nietzsche, Rousseau ve daha birkaç isimle birlikte anılan biridir. Çevirmen ikilimizin kırık dökük Türkçesi ve gelişigüzel kelime seçimleri, bu büyük üslup ustasına hiç yakışmıyor. Çarpıcı bir örnek: 33. sayfada yer alan 20 No’lu dipnot, “Hegelci kıç bilgeliği…” diye başlıyor.

Schopenhauer’i bu denli bayağı bir üslupla çevirmek, çevirmenlerimizin seviyesinden başka bir şeyi göstermez. Schopenhauer “Afterweisheit” diyor. “After”i gören acemi çevirmenlerimiz sözlükteki ilk anlamı (kıç, anüs, makat), hiç sorgulamadan, uyar mı uymaz mı, yakışır mı yakışmaz mı diye bakmadan kullanmışlar. Üşenmeyip biraz sözlük karıştırsalar, der After’in ikinci anlamının “sahte, ikinci elden vs” demek olduğunu görecekler. Hatta biraz daha azimli olup sözlük taramaya devam etseler, Afterweisheit’ın “bilgiçlik” karşılığını da görecekler. A. Aydoğan “Hegel’in sahte-kalp bilgeliği” diye çevirirken (s. 86, dn. 14), Oxford baskısında “The Hegelian sham wisdom” diye çevrilmiş (s. 23, dn. 2). Hegel’in kıçını başını karıştıran yok yani!

Çevirmenlerin seviyesini gösteren bir diğer örnek: “Hegel bu bağlamda Schelling’in çakması görünümündedir.” (s. 38) Bu “çakma” kelimesi, yanlış çeviri olmak bir yana, Schopenhauer’in üslubundan ziyade bayağı talebe argosunu andırmıyor mu? Schopenhauer “Hanswurst” (maskara, soytarı, şaklaban) kelimesini kullanmış. “Çakma” (sahte, taklit) nereden çıktı? A. Aydoğan “Schelling’in soytarısı” (s. 94) derken, Oxford yayınında “buffoon” tabiri kullanılmış (s. 27).

Kitap eksikli bir çeviri taslağı olduğu gibi son derece özensiz bir yayıncılık örneği. Sözgelimi s. 25’te, hemen sayfanın başında şöyle bir cümle okuyoruz:

“Bu durumda Kotzebue’s Bnejowsky’yi hatırlayarak ona “Kazakların Atamanı” benzetmesini yapmak da bizim hakkımızdır.” 

Aslında “Benjowsky” olacak ama onu şimdilik bir tarafa koyalım. “Kotzebue’s” değil “Kotzebue’nin” olacak elbette, ama hadi onu da bir tarafa bırakalım. “Benjowsky’yi” değil “Benjowsky’sini” olacak, ama o da dursun bir tarafta. Peki “Kotzebue” kim, “Benjowsky” ne ya da kim? Merak bile etmemişler belli ki, edip araştırmış olsalar “Kotzebue’nin Bnejowsky’sini…” diye çevirmek gerektiğini anlarlardı. “Kotzebue’s” garabetini bile kimse fark etmemiş. Ne çevirmenler görmüş ne de redaktörlerin dikkatini çekmiş. Kurumsal değil ciddi bir çevirmen olan A. Aydoğan arayıp bulmuş (belki de çevirdiği kaynakta vardı) ve Kotzebue kimdir, “Benjowsky” nedir diye bir dipnot düşmüş (s. 67, dn. 16). Oxford yayıncıları da daha kısa da olsa bir dipnot düşme gereği duymuşlar (s. 14, dn. 19). Bizim çevirmenlerimiz de bir dipnot düşmüşler ama bu “Kotzebue’s Bnejowsky’yi” ucubesini anlatmak yerine bu sefer okuru aptal yerine koyup Schopenhauer’in ne demek istediğini kendilerince izah etmişler. Hiçbirinin aklına 4 yıl önce yayımlanmış adam gibi çeviriye bir göz atmak da gelmemiş ki en tuhafı da bu.

Özensizlik, ciddiyetsizlik, savrukluk, özetle yazara ve okura saygısızlık, her sayfada adeta dolup taşıyor. Aynı isim ya da kelime aynı sayfada, hatta bazen aynı satırda farklı yazılıyor. Malebranche’ın adı bazen sondaki ‘e’ ile, bazen “e”siz yazılıyor. Latince tabirler ve alıntılar hepten evlere şenlik. Aynı cümlede “substantia” ve yanlış olarak “substanzia” geçiyor (s. 20) ve karşı sayfanın son satırında bir kez daha ama bu sefer tersten tekrarlanıyor bu “çeşitleme”. Yine yazının başına (s. 17) dönersek, Plotinos’tan yapılan alıntılarda “anima” yerine “amina”, “gignit” yerine “gigniti”, “ibi extra id” yerine “ibiextraid” yazılmış. Özgün metinde olduğu gibi Say ve Oxford yayınlarında bu alıntıların Latincelerinden önce Grekçeleri de verilmiş, ama kim uğraşacak Grek harfleriyle şimdi! Bu ilk yazının Ek’inde  Spinoza’nın Ethica’sından yapılan Latince alıntılar ise sadece çevirileriyle verilmiş (s. 37). Öyleyse baştakiler niye Latince kalmış? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!

Metnin tuhaflıkları saymakla bitecek gibi değil. Ben yoruldum. Son bir örnekle kapatıyorum.  20. sayfada, Leibniz’den bahsederken şöyle saçma bir cümle kurmuşlar:

“Fakat buna rağmen, ünlü felsefe matematikçisi, tarihçisi ve politikacısı, bunu kullanma fikrinden vazgeçmiş ve bunun yerine politik amaçlar doğrultusunda, öncel düzeni kurgulamıştır.”

Yahu editörler, redaktörler, son okuma yapanlar, yayına hazırlayanlar, hadi çevirmenlerimiz uyudu, yazdıklarını bir kez daha okuma ihtiyacı duymayacak kadar havalanmış oldukları için saçma sapan şeyler yazdılar, peki ama sizin işiniz ne? Hiçbiriniz görmediniz mi cümledeki tuhaflıkları? “Felsefe matematikçisi” ne demek? Hadi “felsefe tarihçisi”ne (aslında yanlış ama) şimdilik eyvallah diyelim, ama “felsefe politikacısı” nedir? Özgün metinde cümle şöyle:

„Dennoch hat es dem berühmten philosophirenden Mathematikus, Polyhistor und Politikus nicht gefallen, sie dazu zu benutzen; sondern er hat, zum letzteren Zweck, eigens die prästabilirte Harmonie formulirt.“

Leibniz’in felsefe yapan ünlü bir matematikçi, “polyhistor” ve siyasetçi olduğunu yazıyor Schopenhauer. “Polyhistor”, sözlüğe bakarsanız, tabii çevirmenlerimizin sözlüğe bakamayacak kadar tembel ya da çokbilmiş oldukları anlaşılıyor, “tarihçi” değil, “birçok konuda bilgili kimse, ayaklı kütüphane, bilgi küpü vs” anlamında bir kelime ki A. Aydoğan “hezarfen” ile karşılamış (s. 56). Cümlenin bütünü için de oraya bakılabilir.

Uzun lafın kısası: Olmamış. 

Kitabın ilk yazısı için bu kadarı yeter. En başta alıntıladığım “Tercüme Hakkında” başlıklı sunuşta yaptıkları ukalalık olmasaydı herhalde bu kadar yazacak enerjiyi de bulamazdım; değmez çünkü.

Peki, kitabın gerisini okuyacak mıyım? Hiç sanmıyorum. 

Kitabın ikinci cildi basılırsa satın alır mıyım? Aynı ekip tarafından yayımlanırsa asla!


Meraklısına Birkaç Not

- Çevirmen değilim, yani kişisel bir alınganlık söz konusu değil.
- Akademisyen filan değilim, yani mesleki bir çekememezlik kesinlikle söz konusu değil.
- Say Yayınlarıyla uzak yakın hiçbir ilişkim yok, hiçbir zaman da olmadı. (Keşke her yayınlarında belli bir standardı tutturabilselerdi!)
- Ahmet Aydoğan’ı çevirileri dışında tanımam. Daha önce Schopenhauer çevirmiş diğer çevirmenleri de (Mustafa Tüzel, Veysel Atayman…) tanımam etmem. 

5 Ocak 2020 Pazar

Meditasyonlar’a Birkaç Ufak Tashih

Çiğdem Dürüşken’in Latinceden çevirdiği Descartes’ın Meditasyonlar'ında gözüme çarpan birkaç hataya gelecek basımlarda düzeltilmesi dileğiyle dikkat çekmek istiyorum. (Bu türden notlarım elimdeki nüshanın üzerinde saklı kalmasın diye belki benzeri tashihleri burada yayımlamayı sürdürürüm.)

Bu vesileyle öncelikle Ç. Dürüşken’in yıllardır sürdüre geldiği muazzam yoğunluk ve kalitedeki çeviri mesaisi için hayranlık ve şükran duygularımı ifade etmek isterim. Bu kadar yoğun mesaide birkaç ufak hatanın gözden kaçması normaldir. Yayınevleri, editörler, redaktörler, düzeltmenler bu yüzden var. İkinci, mümkünse üçüncü bir göz her zaman işe yarar.

Aslında Meditasyonlar’ı  (René Descartes, Meditasyonlar: Metafizik Üzerine Düşünceler, çev. Ç. Dürüşken, İstanbul: Alfa Yayınları, 2017) okuyan herkesin hemen fark edebileceği bariz üç hatadan bahsedeceğim.

- Önce en aşikâr örnek: “… üçgenin … en büyük dik açısının…” (s. 91) Besbelli o “dik” oraya sehven girmiş. Yoksa dik açının büyüğü küçüğü olmaz. Hepsi 90 derecedir. Mehmet Karasan çevirisinde (Descartes, İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler, Maarif Vekâleti Yayınları, 1942) “… üçgenin … en büyük açısının en büyük kenar karşısında…” (s. 176).

- Yine hemen fark edilen bir başka hata: “İlk neden, benim Tanrı’dan başka özü varoluşunu içeren bir şey tasavvur edemememdir. İkincisi bu nitelikte ikiden fazla tanrı olabileceğini anlamamın imkânsız olmasıdır…” (s. 96). Hiç kuşkusuz “ikiden fazla” değil “birden fazla” ya da Karasan çevirisinde olduğu gibi “iki veya birçok Tanrı idrak etmek de benim için imkânsızdır” (s. 181) olmalı. 

- Bu da üçüncüsü: “Bu, hiç şüphesiz o özgürlüğü iyi şekilde kullanmayışıma ve doğru olarak anlamadığım konularda yargıda bulunmayışıma sebep olan bendeki bir eksikliktir.” (s. 86) Cümlenin ikinci kısmındaki sorun hemen görülüyor: “… yargıda bulunmayışıma…” değil, “yargıda bulunmama” veya Dürüşken’in cümlesine uygun şekilde söylersek “bulunuşuma” olmalı. Nitekim Fransızcadan yapılan 1942 çevirisinde cümle şöyle: “Fakat şüphesiz bu hürriyeti kötü kullanmam, ve karanlık ve karışık olarak kavradığım şeyler üzerine fazla atılganca hüküm vermem, benim için bir olgunsuzluktur.”

Bu kadar temiz bir işte bu bariz hataların sonraki basımlarda düzeltilmesi temennisiyle…